Hüseyin Cavit’in eserleri de toplumsal bakış açısından, hem estetik yönden günümüzde ve gelecek için değerini yitirmez, önem arz etmeye devam eder. Bu eserler okurda adalet duygusunu uyandırır, onu iyilik, güzelliğe çağırır ve manevi dünyasını zenginleştirir.
MAKSUT ŞEYHZADE ŞAİR, DRAMATURG VE ARAŞTIRMAÇI
Maksut Şeyhzade şair, dramaturg, araştırmacı ve öğretmen olarak Özbek edebiyatı ve medeniyeti tarihinde adını sonsuza kadar yaşatabilecek büyük bir simadır. Onun “Mirza Uluğbek” trajedisi Özbek edebiyatının dram türündeki en önemli eserlerinden biridir. Bu eser edebiyatımızın gururu ve baş tacı oldu; nice yıllar boyunca sahnelerden inmedi. Olayların akışı, gerginlikler, monologlar, dramın gücü ve onun perde perde yükselmesi, bestelerin muhteşemliği, heyecan ve fikirleri barındıran ateşli mısralar, dilinin kendine özgü olması, akıcılığı – onun yetenekli bir oyun yazarı olduğunu kanıtlamaktadır. Maksut Şeyhzade bu trajedisiyle “Özbek Shakespeare” derecesine kadar çıktı.
Maksut Şeyhzade “Celaleddin Mengüberdi” dramında hürriyet, adalet, vatanın özgürlüğü için mücadele veren büyük komutan, Padişah karakterini yarattı. Bu eseriyle yazar kendisini cesaretli bir edip olduğunu göstermiştir. Dram ne kadar başarılı olmuş ve toplumun beğenisini kazanmış olsa da, dönemin zorbaları, kıskançlar tarafından gerekçesiz bir şekilde karalandı ve yazarın başına bela yağdırıldı. Şeyhzade daha 19 yaşında genç bir delikanlıyken kendi memleketinde milliyetçilikle suçlanıp sürgün edildi; daha sonra da Azerbaycan’dan Taşkent’e sürüldü. Bu süreç boyunca birçok meşakkati başından geçirdi. Onu rahat bırakmayan insanlar burada da onun peşine düştüler, Şeyhzade 1952 yılında tutuklandı ve 25 yıl Sibirya’ya sürgün edilme kararı çıkartıldı. O dönemde halkı, vatanını düşünen ve bunu kaleme alan büyük yetenek sahipleri için bu geleneksel bir kader haline dönüşmüştü. Zaten sovyetler birliğinde her bir yazar, sanat adamına gizlice cinayet dosyası açılır, sonra yıllar geçerken bu dosya doldurulur ve KGB (milli istihbarat) artık yeter kanaetini vardığında yazara çare görülürdü. O sorguya çekilir, işten azledilir, dövülür, hebsa atılır, surgun edilir, kursuna dizilirdi. O suçsuzluğunu hiç bir şekilde isbat edemez, kimse onu savuna bilmezdi. Şeyhzade de başına gelen külfet ve baskıları daha sonra “Hıyaban” şiirinde şöyle ele almıştı :
…Ama talih beni daim sevmedi,
Bazen zaman yılı yıla hiç bağlamadı.
Sahralara rastladım ki, ne ırmak, ne göl,
Sürgünlere gönderildim, ne ufuk ve ne yol, -
Lakin başına gelen külfetler Şeyhzade’nin iradesini kıramadı, o parlak geleceğe olan inancıyla yaşadı, iyimser bir şair olmaya devem etti.
Şairin geçtiğimiz yüzyılın 20’li yıllarından 60’lı yıllarına kadar olan dönemdeki edebi hayatında gündem olan konuları işleyen şiirleri daha ağır basmaktadır. 1958 yılında neşredilen “Çeyrek Asır Divanı” seçme eserler toplamına giren birçok şiiri işte bu kategorideki şiirlerdir. Ama yeri gelmişken şunu da belirtmemiz gerekir ki, şair bu dönemde yazdığı bazı şiirlerinde kendisini vatansever, hürriyet ve adaletin savunucusu olarak ortaya koymaktadır. Örneğin “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” kalıbında yazılan “Phenyan’ın kanı” şiirinde (1951) şairin hürriyet ve özgürlük duygularının gizlendiğini görebiliriz.
Erk aşkında kaynayan o asıl kan,
O günahsız kızıl kan,
Bebekler beşiğinden döküldü,
Analar kalplerinden döküldü,
Ve evlerin gözlerinden,
aynalardan döküldü.
Ah, o gün nice masum kızların
tebessümü solmuştur!
Elbet gökte inatçı katil
bunu görüp gülmüştür!
Bu mısraları okurken istemsizce tarihçilerin Çar hükümetinin memleketimize ettiği vahşilikler, katliamlar hakkındaki şahitlik ettikleri aklımıza gelir. Yeri gelmişken tarihçi Beyani’nin sömürgeci Çar askerlerinin Mangıt kalesindeki çocuk, yaşlı dinlemeden, hatta kedi ve köpekleri bile öldürüp, bir katliam gerçekleştirdiği aklımıza gelir. Kızıl ordu üniformasını giyip gelen Daşnakların 1918 yılında Kokand’ı kana buladığı, yağmaladığı aklımıza gelir. Bugün biz bu satırları yazarken Şeyhzade’nin bunları kastedip kastetmediğini anlamak güç. Ama şunu da söylememiz gerekiyor, şairin kalbi özgürlük ve adaleti ayakaltı eden sömürgecilere karşı nefret beslediği aşikar. Aynı zamanda şair bu kırımlar için bir gün cevap verileceğine, “Adaletin haksızlığı lanetle ateşe gömdüğü” günün, yani bağımsızlık gününün geleceğine tüm kalbiyle inanırdı:
Senin asıl ve kızıl
o günahsız kanların,
Baskıncıyı boğacak
müthiş tufan olacak,
O haykıran anaların feryadı –
Çekirgeyi kovacak,
Kısas – boran olacak!
Bu mısraları okuyan okurun kalbinde erk, özgürlük, hürriyet duygularının uyanmaması mümkün değil.
60’lı yıllarda onun şiirleri daha da ünlendi. Şairin “Göller”, “Şiir- gerçek güzelliğin kız kardeşiymiş”, “Özbekistan”, “Park” gibi şiirlerinde benzersiz teşbihlerin olması, düşüncelerinin berraklığı, tasvirli ifadeleriyle ayrı bir yere sahiptir. Şeyhzade diğerlerinin göremediği şeyleri gördü, yeni ahenkler, yeni şiirsel karakterler yarattı, akılda kalan teşbihler keşfetti. “Özbekistan” şiirinin daha ilk mısraları insanın dikkatini çekiyor:
Hep kapalı sandıkta saklanır hava,
Ama o kaybetmiş hava nefesin,
Ona hava demek, aslında değildir reva,
Tutuklu kalmıştır arzu hevesim.
İnsanın yaşaması için hava lazım, ama bu havayı sandığa hapsetmişler, bir de bunun üstüne o hava olma özelliğini de çoktan kaybetmiş, tutukluluk arzu ve hevesi boğup öldürmeye başlamıştır. Bundan anlaşılacağı üzere memlekette insanın insan gibi yaşayabilmesi için hiçbir imkân kalmamıştır. “Hâlbuki bu çağlar erkin pervazda, Halka yoldaş olup oynayıp koşan”, geçmişte hür, özgür yaşayan