– Olan oldu işte, yapacak bir şey yok.
Azim bana gülümsemişti. Sonra ileride yerde duran kasketini alıp, saçlarını düzeltip taktı ve mağaranın çıkışına doğru gitti.
Daha önce anlatmıştım: “Kanay son zamanlarda nedense değişti.” diye. Onun sebebi benmişim, o zaman bilmiyordum. Her zamanki gibi bölümümüzün mağaralarına denetleme parçalarını almaya gidiyorduk, bazen de maden kuyusuna gidiyorduk. Çalışma şartlarından dolayı bana yapacak işleri buyurup, kendisi başka işlerle ilgilense de olurdu. Ama o öyle yapmazdı. Her zaman benimle beraberdi. Denetleme parçalarını çıkarmamda yardım eder, sadece o kadar da değil, taş parçaları ile dolu çuvalları kendisi kaldırıp, merdivenden indirip, vagonlara yüklerdi. Bana karşı davranışı öncekinden bayağı iyiydi ve her sözünün biri “Cakin…”
Bu konuda Svetlana ile konuştuğumda, o sadece omzunu kaldırıp:
– Kim bilir -düşünceli bakışlarından üzüntüsü belli oluyordu- ne olur ne olmaz dikkatli ol, derdi.
– Öyle mi?
Zaman fark etmeden geçiyor, ağustos ayı da sona eriyordu. Güneşli yerlerin otları çoktan kurumuş, sararıp samana dönmüştü. Burası dağlık yer olduğu için; gündüzleri sıcak, akşamları serindi.
İşten döndüğümde, yengeme ev işlerinde yardımcı oluyordum. İşlerim bittikten sonra da evin en uzağındaki odaya girip, bir tane camı olan pencerenin önüne gelir, yalnız otururdum.
İleride ilçe vardı. Ben şimdi orayı kıyısına köşesine kadar biliyordum, orayı severdim. Ondan sonra üzeri dalgalı göl görünüyordu. O, her zaman güzeldi. Göğe rakip gibi ona bakıp dalgalanırdı. Gökyüzü temiz ise sanki gölün de durumu hoşmuş gibi masmavi parıltısını gizleyemezdi. Göğü bulutlar doldururmuş, bulanıklık varsa göl de sanki düşüncelere dalmış gibiydi. Ama gerçekten öyleydi, eğer bulutlarla dolu göğün dönüşü kuzeye doğru yollanmışsa, gölün de huzuru kaçıp, dalgaları dağı yıkacak gibi şakırdayarak peş peşe kenarına vururdu.
Gölden sonraki mavimsi, beyaz bulutlar içinde, kar tepeli dağ, göğün direği gibi güneye yaslanmıştı. “Öyle muhteşem ve güzel duruyordu ki!”
– Ben doğanın bu müthiş görüntüsüne, susuz kalanın suya doyamadığı gibi, baka baka gözlerimi alamadım. Epey zaman geçtikten sonra o müthiş doğanın kucağından, her duygumu dolduran bir portre görünür, yavaş yavaş yaklaşır, sonunda gelip tam gözlerimin önünde duraklar, sanki o bir görüntü değil, canlı bir varlık gibi gülümserdi. Çok tanıdık olan gamzeleri, sevimli bakışları beni deliye döndürecek gibi oluyordu. O bir taneydi… Bu anlarda benim için her şey masmavi güzel göle, açık göğe, ta uzaktaki kuvvetli dağlara dönüşüp, sonra da bulanıklıklara çevrilerek sönerdi.
“Azim” dedim sessizce. “Azim, sen nasıl bir cansın? Söyle… Benim için sen, bakışların, gülümsemen bir bulmaca. Sen sırsın, sihirlisin. Sen her şeysin, Azim, her şey. Harikasın. Canım…”
Kaç gündür yalnız hissediyorum kendimi. Asıl okulu bitirip Karakol şehrindeki öğretmenler enstitüsüne imtihana gitti. Öğretmen olmak istiyordu. Kendisi de yetenekliydi. (Oynamayı bana bir haftada öğretti).
Neden olduğunu hatırlamıyorum, akşamüstü bir eğlence mekânına uğramıştım. İleride dans pisti tarafında kulağa güzel gelen bir ezgi duyuluyordu. O, şu anda hala kulağımda. Johann Strauss “Viyana Orman Masalları”ymış. Ona yorum yapmak bana düşmez.
Böyle bir eseri kim bilmez, kim hoşlanmaz ve onu ortaya çıkaranın yeteneğine hayran olup, ona tapmazdı ki!
Müzik beni gizli azametli gücü ile kendine çekiyordu. Ben ona baş eğip, kendimi bıraktım. Çünkü müziğin sesinin geldiği yerde, benim umudum, ömrümün gülünün kökü, Azim var dedim. Azim her zaman benim hayallerimin sahibiydi. Hayatım yanlış yöne sapmasın diye, yol gösterip aydınlık veren, parlayan yıldızımdı. Kutup Yıldızım benim!
Yakşaltıkça yükselen müziğin sesi heyecanımı da yükseltiyordu. Omuzum tutulacak gibi, bedenimi titreme sarıyordu. “Nasıl bir müzik bu?”
Ben her zamanki gibi kalabalıktan çekinerek, gece ışıkların gölgelerinde gizlenmedim. Bu sefer aydınlık, ağaçlı yoldan gidiyordum. Yalnızdım. Hayranlıkla bakanların gözlerin bana yöneldiğini görüyordum. Bazılarının alçak sesle yorumlarını duyuyordum. Ama ben onlara yüz vermiyordum. Bakışlarına aldırmadan gitmeye devam ediyordum.
Azim köşede iki üç tane kız ile sohbet ediyordu. Beni görür görmez onlara hiçbir şey demeden bana doğru yürüdü:
– Camal?
Ben hiçbir şey diyemedim. Kendisini kaybetmiş biri gibi daldım, kaldım.
Azim elini uzatıp, dansa çağırdı. Ben de yok diyemeden, elimi omzuna atıp, ona sarıldım. Gözlerimi nedense kapatıverdim. Çünkü ilk defa bir erkeğin kollarında dans ediyordum. Benim için unutulmaz bir andı. Uzun zamandır bunu arzu etmiştim. Hiç olmazsa Azim’le bir defa dans etsem diye hayaller kurardım. O hayalim gerçekleşti. Ben onunla beraberdim. Vücudunun sıcaklığını vücudumda hissediyordum, hiç duymadığım bir kokuyu alıyordum. Kalbimin atışı hızlanıyor, nefesim kesiliyor gibiydi. Bakışlarımı ona kaldırdığımda, o da bana bakıyordu. Benim sevdiğim o ela gözleri, o sihirli can yakan bakışları, o anı tamamlayan dolunay, sayısız yıldızlarla dolu gökyüzü ve evren; özellikle bana yakın yanan çift yıldız…
Karanlık ağaçlığın kuzey tarafındaki düzlüğe çıkıp oturduk. Etraf sessizliğe gömülmüş, sanki uyumaktaydı. Ormanlık taraftan ara sıra guguk kuşunun sesi geliyordu. Göl güzel ve sakindi. Dolunay hareketsiz, bulutların arasına saklanmıştı. Sadece dağların şekli hafiften görünüyordu.
Azim hayranlıkla:
– Her yerin güzelliği farklı oluyormuş, dedi. Şimdi Çüy bölgesi nasıldır! Etrafı çeviren Kırgız Ala Dağı, onun ile boy ölçüşmeye çalışan ucu bucağı görünmeyen bozkırlar… Onların inanılmaz güçlü güzelliğine sadece insan değil, gökteki ay, yıldızlar bile hayrandı sanki. Ay kendisini beğenmek istediğine yavaşça dönüp ışığını kurban etmiş gibi; yıldızların parlayışı ise sanki gözlerini kırpıp bu hayranlığına dayanamıyor ve kayıp düşüyor gibi…
– Öyle işte… Ben başka hiçbir şey demedim. Sadece Azim durmadan konuşsun istedim.
– Camal, dünyada her şey güzel. Onun güzelliğini sadece insanoğlu hisseder ve bilir. Ne olurdu o kadar bilgisine razı olup yaşamına devam etse? Oo-hoo-o o zaman… İnsanın kendi yaşama yolunu, hayatını güzelleştirmesi lazım. Hayatı güzelleştirmek şu: Ona düzen vermek, onu iyileştirmek. Ama bu kolay değil. Onun için çalışmak, savaşmak gerekir. Anlayabiliyor musun Camal? “Yaşamak demek, savaşmak demektir!”
Azim’in bunları bana neden anlattığını algılayamıyordum. O anda felsefi düşünceler, benim umurumda değildi. Ayı, göğü, yıldızları bin kere tekrar konuşsa bile sevimli olurdu.
– Camal, ne düşünüyorsun, bu sene okula devam etmeyi düşünüyor musun? dedi Azim.
– Ben mi? dedim, salak gibi şaşkınlıkla.
– Bu sene mi?
– Evet, sen. Bu sene… Azim her zamanki gibi gülümsedi.
– Bilmiyorum ki. Onu daha düşünmedim.
– Şimdi düşünmezsen, peki ne zaman düşüneceksin? Yeni okul döneminin başlamasına az vakit kaldı.
Orası