Ben Yakovlev’in yanındaydım.
– Kanay, dedi. Gelebilir misin?
Kıvırcık saçlı, dağınık kafalı, ileride çizgi çizmeyle uğraşan bir delikanlı yavaşça yaklaştı. Nedense kaşını kaldırıp heyecanlandığını hissettim.
– Kanay, bu kız seninle çalışacak. İlk önce üretim ile ilgili genel bilgi vereceksin. Teknik Güvenlik hakkında tanıtımı öğrendikten sonra, hesaplaşma defterine imzasını atsın. Kısacası ne yapacağını biliyorsun.
Yakovlev önündeki kocaman kitabı karıştırdı. Anlaşılan konuşma bitti. O andan itibaren işe başladım. Kanay bir şey demeden, suskun suskun geri yerine yürüdü.
Oturanların hepsi, önlerine bakarak bir şeyleri yazıp çiziyorlardı. Sanki onların bana gıcık olduklarını düşündüm. Kanay mavi, alçak bir sandalyeyi bana doğru itti ve tekrar çizdiği resimlerine daldı. Ben oturmadım. Masanın üstüne bakıyordum. Çapraz, büyük ve geniş bir kâğıt vardı. Üzerine çizilmiş renkli resim dünya haritasını andırıyordu. Kanay da üzeri sıkı, ayrılık çizgileri ile dolu aletiyle, ortadaki bölüğünü sağa sola kaydırıp bir şeylerle meşgul oluyordu. Ben aleti görünce şaşırdım: Bu da neymiş! Oysaki sürgülü cetvelmiş. Kanay’ın ilerisinde oturan sarı saçlı kız ara sıra bana bakıyordu. Onun bakışları, görüntüsü bana sevimli geldi. Gerçekten de güzel kızdı. Buradakilerden sadece o kızdan hoşlandım. Öğle yemeği zamanı geldiğinde hepimiz dışarıya çıktık. O kız bana yaklaşarak:
– Demek bizim aramıza katıldınız. Adınız ney? dedi
– Camal.
– Benim adım, Svetlana. Merak etme, alışırsın.
Yemekhaneye kadar sohbet ederek geldik. Svetlana, Almatı’dan mezun olmuş. Alanı da jeoloji mühendisliğiymiş.
– Bu işlerden tedirgin olmayın. Pek zorluğu yoktur. Ara sıra zor bir şeyler çıkıyor. Nasılsa elle yapılan iş, dedi. Ama ilerisi için iyi bir şey bu. Biz de bayağı deneme süreci atlattık, epeyce taşlarla uğraştık. Belki, daha sonra jeolog olursunuz. Sorması ayıp, kaçıncı sınıfa kadar okudunuz?
– Dokuzuncu sınıfı bitirdim.
– “Dokuzuncu…” Oo, o zaman devam etmeniz şart? Devam etmeniz lazım…
Bir anlık sessiz kaldık. Sonra ilgili bir tavırla:
– Siz ne iş yapıyorsunuz? dedim.
– Bölümün jeologuyum.
– Anladım… diye kafamı salladım. Öteki, kimdi, mm… Kanay?
– O da jeolog. Birinci bölümün jeologuymuş.
Aradan aylar geçti. Ne yalan söyleyeyim, ilk başta bayağı zorlandım.
Dayım:
– Kurban olduğum, lanet olsun parasına, bırak bu işini. Hırpalandın, diyordu.
Ben dinlemiyordum.
Dağ madeninde çalışıyorsam da Azim’i pek göremiyordum. Bölümde de, madende de, sanki sözlüsü gibi sürekli Kanay’ın yanında bulunuyordum. Kanay, ilk zamanlar benim yaptıklarımdan memnun değildi, bir taraftan da bana gıcık oluyordu. O, bana hiçbir şey demese de ayan beyan belliydi. Yüzüme bir şey demese de Yakovlev’e şikâyet ediyormuş.
Son zamanlarda nedense Kanay değişti. Belki de artık ben alıştım veya önceden sırf nasıl biri olduğumu sınamak için hırsını göstermişti. Kısacası önceki “huyundan suyundan” bir şey kalmadı.
İşe girdiğimden bu yana yaklaşık on beş gün geçmişti. Yeni açılan bölümün ilerisinden tahlil denemesi için numune alıyorduk. Kanay oradaki numune alınacak yerleri işaretleyip biraz uzakta sigara içiyordu.
Ben de yere serdiğim tentenin üstünde, çekiçle kırdığım taşları topluyordum. Bir ara mağaranın girişinden fener ışığı göründü, yaklaşıyordu. Kanay sanki bir şey yokmuş gibi yerinden kıpırdamadı bile.
Azim’miş, çalışmaya başladığımdan beri ilk karşılaşmamızdı. Nasıl çekindiğimi anlatamazdım. Öndeki saçlarımın hepsi çıkmış, kollarım yorgunluktan uyuşmuştu. Alnımdan terimi silip, utandığımdan “Tak! Tuk!” ederek taşa vurmaya devam ettim. Terim daha fazla akmaya, yanaklarım alevlenmeye başladı.
– Selam, dedi Azim ötekine.
– Selam…
Kanay sigara izmaritini omzunun üstünden attı ve kendi kendine ıslık çalıverdi.
– Camal, çekicini bana uzat.
Azim bana doğru geldi. Ben çekicimi ona uzatıp bakışlarımı yere diktim. Azim sanki sinirlenmiş gibiydi, işaretlenen yerleri saldırırcasına çıkarıyordu, tentenin üzeri tepeleşti. Bir anda bitirdi. Ben ona bakamadan tentenin etrafına kaçmış taş parçalarını toplamaya başladım.
– Oo… ho, bitirmişsiniz? dedi Kanay, Azim ile dalga geçerek.
– Gördüğün gibi. Azim sakin bir şekilde cevapladı. Ka-nay ayağa kalkıp ağır ağır adımlarla bize doğru yürüdü. Onun bedeni arka tarafta kalan fenerin aydınlığını kapatıyordu, biz de onun gölgesinde kaldık.
– Aha haha! Kibarlığa bak hele bak! Kıza saygı göstermek istiyorsan başka yerde yap onu. Burası üretim yeri, anlıyor musun?
– Hey, Kanay. Neresi olursa olsun saygı her yerde olmalı. Yaş… Üstüne kız çocuğu… Zor. Biz büyüğüz; derdine derman olmamız, akıl verip el uzatmamız daha iyi.
– Hey, sen kafayı yedirtme bana. Benim işim ile senin hiç alakan yok. Aynı şekilde benim idaremdeki işçilerimle de yok. Duydun mu? O kadar akıllıysan, git kendi kazıcılarına, taşıcılarına emir ver. Öyle, hürmetlim… Şey, hey, kalk! Kalkıp öbür numuneleri parçalamaya başla, dedi bana sert bir tavırla bakarak.
Aklım karıştı. “Bunlara ne oluyor? Yoksa birbirlerine karşı kötü düşünceleri mi var? Veya…” Nedense kalbim atmaya başladı, geriye çekildim.
– Hey, sen neden sızlanıyorsun? Ne diyorum ben sana? Yürü git, başla! diye Kanay beni itmeye çalışınca Azim onun koluna hafifçe vurdu:
– Kanay, sen! Ayıptır.
– Ney!
O, hiç beklemeden, Azim’in çenesine tokat attı. Azim böyle bir şey beklemiyordu galiba, kalakaldı. Anlık bir sessizlik oldu ve sonra bir şey daha diyecek oldu. Kanay, dinlemeden bir tane daha vurdu. Ben korkudan gözlerimi kapattım. Dövüşün seslerine dayanamayıp, gözlerimi açtım. Acayip bir şekilde bedenler kendi aralarında çarpışıp, uğraşıyorlardı. Konuşan, ses çıkaran kimse yoktu. Sadece kavganın tuhaf sesi vardı. Birbirleriyle boğuşurken fenere çarptılar. Etraf karanlığa gömüldü. Ben de ne yapacağımı şaşırdım. İmkânım olsa, Azim’e yardım ederdim. Ama nasıl? Ne yapabilirim? Beden yapısına göre Kanay Azim’i yiyebilecek gibiydi. Ama o Azim’den yaş olarak biraz büyük ve güçlü de. “Heee, şimdi…” Cebimde kibrit aradım. Onlar hâlâ dövüşüyorlardı. Kibriti bulduğum an yaktım. İncecik dalı kırılıverdi, onun yanabilecek başı, sanki göklerden uçan yıldız gibi yerde kayboldu. İkisi durur gibi oldu. Bir dal kibrit daha yaktım. Kanay da, Azim de bana bakıyorlardı. Elimde yanan kibrit sönene kadar, yerden feneri kaldırıp yaktım.
Etraf aydınlandı. Şimdi onların yüzü gözü göründü. Üstlerindeki elbiseleri toz içinde, kafalarında kasketleri yok, ikisinin kasketi de iki tarafta kalmış. Yüzleri gözleri kir içinde, saçları dağılmıştı. Maden kazılacak yerin içinde, kazma işlemi başlamadan toz