Kızın Sırrı. Danikeyev Öskön. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Danikeyev Öskön
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-99795-4-0
Скачать книгу
karahindiba açmıştı. Yukarıdan gelen serin ve hafif rüzgârın esintisi vardı.

      Dayım sabah aceleyle çıktığı için öğle yemeğini almamıştı. Ben de öğleye doğru yemeğini götürdüm. Maden girişinin önündeki alan oldukça kalabalıktı. Bazıları kesilmiş ağaçların kabuklarını sıyırıyor, diğerleri ise kabukları soyulan ağaçları yüklüyordu.

      Kısacası, gürültü patırtı içinde herkes kendi işiyle uğraşıyordu. İş bir hayli çok olmasına rağmen bitti. Bu arada içeriden maden yüklü vagon, gürültülü bir şekilde çıktı. Kocaman tekerleklerinin “Tak! Tak!” sesi de yavaşladığı için artık duyulmuyordu. Dayımın söylediği saat geçiyor ve ben hâlâ bekliyordum. Bir ara yemekten iki kişi çıktı. Biri dağ madeninin başkanıydı (onu daha önceden tanıyordum) ikincisi de o mühendis delikanlıydı. O, diğerinden ayrılıp direk bana doğru yürüdü. Üstü başı batmıştı. Kafasında siyah kaskı, sağ elinde maden çekici vardı. Kaskını yukarıya doğru itip arkaya hafif kaydırdı. Benim gözüme onun geniş alnı, gür siyah saçları çarptı. O sırada bana gülümseyerek bakıyordu. Ben de ne yapacağımı bilmeden olduğum yerde dikilip kalmıştım.

      – Bacım, siz kim… Hmm kime geldiniz? dedi mütevazı ve kibar bir şekilde. Sesi bana çok sakin ve sevimli geldi.

      Ben sadece gülümsedim ve cevap veremedim. Çok geçmeden ileride dayım göründü. Ben de ona doğru yöneldim. Ama göz ucuyla da ona bakıyordum. İçinde yemeği olan torbayı uzatırken:

      – Dayı o Kırgızca biliyormuş, dedim, sesim sanki biraz titrek çıktı.

      Dayım hiçbir şey demedi. Benim söylediklerimi “mühendis delikanlı” da sanki duymuş gibi, tekrar bizim tarafa bakınarak uzaklaşıp gitti.

      İlkbahar benim için çabuk geçmişti. Güzel yaz geldi. İlçe yeşil yapraklı ağaçlara büründü. Akşamları ilçe merkezi eğlence yerleriyle doluyordu. Madenciler ağaçların arasında toplanıp dinlenirlerdi. Gençler dans pistinde olurlar, ben onları gizli bir yerden izlerdim. Aradığım kişiyi de her zaman orada görüyordum. (Saklasam da neye yarar, içim yanıyor, boğuluyordum. Kaç defa eve döndüğümde yüzümü yastığa saklayıp, sessiz çığlıklarla ağladım, gözyaşlarım göle döndü.) O, hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey hissetmiyordu. Her şeyden habersiz başka kızlarla dans ediyordu. Bunu benim istediğimi, başıma bu aşk belasını sardığımı o nerden bilsin. İkimizin arasında dipsiz, derin bir uçurum olduğunu çok iyi biliyordum. “O kim, ben kim? Allahımm!..” Ama ben bu halime, bu sevdaya boyun eğmek istemiyordum, inanmak istemiyordum, çünkü böyle yapmazsam umutlanmış oluyordum.

      Bazen kendimi ondan koparayım, onu gönlümden sonsuza kadar çıkartayım, unutayım diyordum, ama olmuyordu, buna dayanamıyordum. Kendimi ne kadar ondan uzaklaştırmaya çalışsam, ona o kadar bağlanıyordum. Belki bunların hepsi çocukluktu, çocukluğun o saf halleri, bir anlamı olmayan geçici, boş hislerdi.

      Her ne kadar kendi kendime böyle desem de aklımdan geçen onca düşüncenin, sınırsız hayallerin tutsağı olup kaldım. Bu kızın hayalleri bir garip mi ne! Onu hiç kimse çözemez. O bir anda iradesizce boyun eğmeden yükseklerde uçar, bazen de gönlünün derinlerine inip sakinleşir. Onun gözlerindeki derin ayna, gönlüdür. Oraya dikkatlice bakarsanız kızın hayallerinden bir kıvılcım görebilirsiniz. Evet… Ama onun doğasındaki asıl gerçeğin tadına varabilmek zordur. Off! Bu kız çocuğunun parlayan gözlerinde ancak bir göz kırpmasında fark edilebilecek, kirpiklerinin arasında saklanmış boncuk gibi gözyaşlarında saklı olan ruhunun acısını, yaşadığı eziyetleri çözebilecek bir yiğit. Binlercenin içinden bir tane çıkmazsa… Yazık!

      “Mühendis delikanlı” benim için yükseklerde uçan, çok sayıdaki mevsimsel güvercinler arasındaki sanki tek ak güvercindi. Başkaları ne kadar takla atarsa atsın, oyun kursun, gökyüzünde kanatlarını geniş geniş açarak uçsun fark etmez, onlar benim için sis bulutlarının arasında kalır. Benim gözümün önünde her daim o var. Uyusam düşümde, uyansam düşüncelerimde.

      Onun nefesinin sıcaklığını, yüreğinin çarpan sesini henüz yakından duymadım. Daha elimi bile tutmadı. Belki de ben bunları hayatta hiç duymam, hissetmem. Belki de o benim ruhumdaki bu acı sırrı bilmeden, beni yakıp kavuran bu aşk ateşi en sonunda kendi kendine söner, unutulup gider. Sönsün, iyi de olur! Ne yapmalıyım… O zaman ne? “Hepsi kaderdir, bahtım nasıl yazılmışsa onu göreceğim.” deyip, her şeyi akışına bırakıp yaşamaya devam etmem mi gerekiyor? Belki çabalayıp bir çıkış arasam kendimi oyalasam? Bulunur bir çare, ona yönelirim. Ya beni kalbimdeki kutsal muradıma götürür, ya da…

      Madende mesai bitmek üzereydi. Dayımı karşılamak için onun ortanca çocuğunu da yanıma alıp yola çıktım. İlçeden yeni uzaklaşmıştık. Neden bilmem ama geriye dönüp arkama baktığımda o mühendis delikanlının geldiğini fark ettim. Ne yapacağımı bilemeden birden acele etmeye başladım. Yoldan dönecektim, ama sol tarafta dere, sağ tarafta kayalık vardı. Bir yandan onu gördüğüm için seviniyor bir yandan da sanki onu görebilmek için mahsustan çıkmış gibi utanıyordum. Biz köprüye yaklaşınca o yetişti.

      Ben onu fark etmemiş gibi davrandım. O da yanımızdan geçerken adımlarını yavaşlattı ve:

      – Aa… Tanıdık bacımmış. Nasılsın iyi misin? dedi özen göstererek.

      Ben cevap vermedim. Nedense yanaklarım “ateş” gibi olmuştu. O bunu fark etti mi, yoksa fark etti de fark etmemiş gibi mi davrandı bilmiyorum, sonra çocuğa doğru eğilerek:

      – Hey! Yiğit! Senin adın ne bakalım? dedi. Beni taklit eder gibi, yanımdaki minik kuzenim de gözlerini yere dikmez mi? Ben hemen kendimi toplayıp:

      – Söyle canım, bak ağabeyin soruyor, dedim. Köprünün üzerine kadar gelmiştik. Minik kardeşim köprünün ahşap parmaklıklarından tuttu. O da diz çökerek oturdu:

      – Ha, söyle, dedi kâkülünü okşayarak. İyi çocukmuş kendisi…

      – Irısbek.

      – Hm… Irısbek mi?

      – Iy-ıs-bek.

      – Heyyy, aferin. Demek ki I-rıs-bek! Baştan öyle demeliydin.

      O Irısbek’in çenesinden tutup sevdi, sonra ayağa kalktı, ahşap parmaklıklara dayanıp suya baktı. İkimiz de akan suya bakıyorduk. Suyun hızlı akışının kuvveti insanı çekip götürüyor gibiydi. Bu akışın hızına kapılınca sanki kendinden geçecek gibi oluyorsun, anlamıyorsun başın mı dönüyor yoksa bu hız mı başını döndürüyor. Taştan taşa çarpan suyun ak köpüklü akışı bendeki gizli saklı düşünceleri de beraberinde götürüyor, yok ediyordu.

      Onlar da tıpkı bu su gibi düşünceler içindeydi. Ben hâlâ suya bakıp duruyordum. Orada sanki iki gölge canlanmış gibi hareket ediyorlardı. Bazen kafaları birbirine yaklaşıyor, bazen de birbirlerine sarılıyorlardı. Bir anda her şey dağılıp kayboldu. İşin tuhafı ben durduğum yerden hareket ettim, yukarıya doğru uçtum. Suyun üstü daha da bulanıklaşarak uzaklaşıyordu. Etrafı bir hüzün sardı.

      Bir ara:

      – Bacım, ne oldu? diye bir ses duyuldu.

      O yankıyla iki üç kere tekrarlandı. Sonra birisi sanki kolumu tuttu. Ben silkinerek, korkuyla kendime geldim. Sanki yeni uyanmış gibi gözlerimi açıp kapatıyordum, sersemlemiştim. Ben mühendis delikanlıya dayanmış duruyordum.

      – Hee, ne oldu? dedi. Akan suya uzun süre bakmamak lazım, başın döner, dedi.

      O beni bıraktı, ayaklarını çaprazlayıp, az önceki gibi köprünün ağaç parmaklıklarına dayanıp durdu. Bir an bakışlarımız birbirini yakaladı. Sanki benim aklımdan geçenleri okuyor gibiydi. Eğer öyle