Şimdiki Bögenbay Batır Sokağı tarafından çok sakin ve rahat adımlarla yokuş aşağı iniyormuş. Ben de yukarı doğru çıkıyordum, Saben’i fark eder etmez hızlıca yürüyüp yanına gittim ve selamlaştım:
“Selamünaleyküm…”
“Aleykümselam.” diyerek Saben, “kolunu hazırla” dercesine sol elini uzatıverdi. Ben, sağ kolumu uzattım. “Senin selamında bir terddüt mü vardı, yoksa bana mı öyle geldi?” diye gülümseyerek baktı bana. Tereddüt olduğu doğruydu. Ondan iki hafta kadar önce şansımıza dairenin ikinci katındaki geniş koridorda üç dört mesai arkadaşımla Saben’e rastlamış, yarışırcasına selamlamıştık. Beyefendi benim de adımı, soyadımı, nerede ve ne iş yaptığımı sorup öğrendikten sonra:
“Ebeveynin hayattalar mı, sıhhatleri yerinde mi?” demişti.
“Hayattalar. Babam sizinle aynı yaşta,” diye cevap vermiştim. Neden birden o kadar detaya girdiğimi bilmiyorum, herhâlde babamın Saben gibi bir adamla yaşıt olmasından büyük bir şeref duyuyordum. Saben:
“Öyleyse eski bolşeviklerdendir.” demişti.
Bu sefer selam verirken ise genelde köy çocuklarının babalarıyla yaşıt adamlara “baba” diye hitap etmesi âdetine uygun olarak Saben’e az kalsın “Selamünaleyküm baba.” diyecek olmuştum. Mütevazı olduğu kadar da hassas adam bunu hemen fark etmişti.
“Hayır ağabey, ben hiç terddüt etmedim, size öyle gelmiş olmalı,” diyerek şakayla karışık bir cevap verdim. Saben:
“Doğrudur.” dedi ve her zaman yaptığı gibi adımı ve soyadımı, nereden ve ne zaman geldiğimi, görevimi, neler yazdığımı detaylı olarak sormaya başladı. Onun insanı iyice tanıyana kadar her görüşünde aynı şeyleri tekrar tekrar sorduğunu duymuştum. Duyduğum doğru imiş. Benim hiciv türüyle uğraştığımı öğrendiğinde:
“Doğrudur, ancak bu çok zor, çok karmaşık ve sorumluluk isteyen bir türdür. Hiciv yazılarını okumayı hepimiz severiz, ancak ona saygı duymayız. Bizdeki edebî eleştiriciler hicivden uzak dururlar, yaklaşmaya cesaret edemezler, farkında mısın? Toplumumuzun hicve, dün ihtiyacı olduğu gibi bugün de var. Yarın da ihtiyaç duyulacak bir türdür. Bu nedenle yazmaya devam edin, hiç çekinmeyin. Saygı duymayanlar ve anlamayanlar, hicvi hafife alanlar, güldürmek için kaleme alındığını düşünenlerdir. Ben, dünkü Beyümbet’in, Seydil’in; bugünkü Askar’ın, Sadıkbek’in, Ospanhan’ın bazı hiciv hikâyeleri ile şiirlerini kimi yazarlarımızın kalın romanlarına değişmezdim,” diye başlayan Saben, Kazak edebiyatındaki yergi, hiciv örneklerini halk edebiyatından başlayıp derleme, sınıflandırma, inceleme işlerinin ele alınmadığını, “Kazak Halkının Mizahı” başlığıyla ciltler halinde derleme yapılırsa; çalışmanın kesinlikle hem edebiyatımızın hem halkımızın manevi değerine ve paha biçilemez hazinesine dönüşeceğini söyledi. Böylece Saben’in Kazak edebiyatının hiciv türü ile başlayan sohbeti dünya edebiyatı hiciv türü ile devam ederek ortak sorun ve amaçlar bile gözden geçirildi. Saben’den özellikle hiciv konusunda o kadar içerikli ders alabileceğimi hiç ummamıştım. Büyük şair ve yazarın bu alanda sahip olduğu derin bilgisine hayran kaldım doğrusu.
“Mark Twain’i, William Thackeray’ı bilemeyebilirsin, fakat Antoşa Çehonten’i, Anton Pavloviç Çehov’u tabii ki biliyorsun. Aslında bir doktor olup Rusya’nın pek çok ücra yerlerini yaya olarak dolaşıp hastaları muayene eden Çehov, bir roman bile yazmadan, hiciv ve mizahlarıyla, farklı bir deyişle güzel şaka ve alayla kaleme aldığı hikâye ve tiyatro eserleriyle, klasik Rus edebiyatı tarihine adını bırakmıştır. Onun yazar unvanı kimin unvanından eksik ki?” diyerek durdu ve sorusuna cevap bekler gibi yüzüme baktı.
“Çehov, büyük bir hiciv ustasıdır.” dedim.
“Doğrudur.” dedi Saben, büyük bir memnuniyetle. Yanımıza aniden dört beş yazar gelince sohbetimiz kesildi.
Kendisini takip eden kardeşleriyle, Yazarlar Evi’nin bahçesinde birinin koluna girerek dolaşmayı veya ikinci kattaki koridorda samimi sohbetler etmeyi seven Saben’in bu güzel alışkanlığını devam ettiren son yazar İliyas Yesenberlin ağabeyimiz oldu. Nadir de olsa gelip koridorda ciddi ve ibretli sohbetlere kapılan Gabit Müsrepov ve Gabiden Mustafin gibi yazarlarımızın da adlarını anmamak mümkün değil.
Saben’in altmış, yetmiş yaşları münasebetiyle yapılan kutlama etkinliklerine katıldığım anları daha dün gibi hatırlarım. Özellikle de yetmiş yaşında o dönemin gelenek ve uygulamalarına göre en büyük ödül olan Sosyalist Emektar Altın Yıldızı’nı alacağından kesin emin olanlardan biri bendim. Saben, Opera ve Bale Salonu’nun büyük sahnesine Türkmen dostu Bedri Kerbabayev’in koluna girerek çıkmıştı. Bedri aksakalın göğsünde Altın Yıldız parlıyordu. “Bugün Sabit ağabeyimize de nasip olacak.” dedik. Nasip olmadı. Lenin Madalyası ile ödüllendirildi. O zaman ben gerçekten kızarak “Allah Allah, elli ve altmışıncı yaş dönümlerinde aldığı Lenin Madalyası’nı ne diye bir daha veriyorlar? Koleksiyon yapmasını mı istiyorlar?” dedim. Yanımda oturan şair Sabırhan Asanov, “Rezalet.” diye elini sallayıverdi. Diğerleri de memnuniyetsizliklerini belli ederek: “Altınları mı tükenmiştir.” “Kerbabayev kadar emek vermedi mi yani?” dediler.
Söz konusu ödülün sırrını daha sonra öğrendim. Ülkemizin başkanı Dinmuhamed Konayev, görünürde Saben’e saygılı davranırken gerçekte “Sen nereye gidebilirsin ki?” diyormuş. Bu tür bir sonuca varmamın kesin delili vardır. Bu, Saben’in Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin 23-24 Ekim 1959 tarihlerinde gerçekleştirdiği XVI. Genel Kurulu’nda yaptığı konuşma ile ilgilidir. Genel Kurul’un gündeminde o sıralar çok konuşulan, ancak gerçekleri söylenmeyen “Temirtav Olayları” (1986 yılının Aralık ayında meydana gelen olayların benzeri) ele alınmıştı. Saben, Temirtav olayları hakkındaki görüşlerini belirtirken yüksek kürsüden Kazakistan Komünist Partisi Merkez Komitesi Birinci Sekreteri N. Belyayev’i, Bakanlar Kurulu Başkanı D. Konayev’i çok eleştirmiş. Rusça konuşmuş. Amacı hepsinin, hatta Moskova’nın bile duymasını istemesindenmiş. Okudum, çok sert bir eleştiriydi. Halk ekonomisinin her alanından somut örnekler vererek her şeyi çekinmeden yüzlerine vurmuş. Belyayev’e şunları söylemiş: “… Yoldaş Bilyayev’in samimi ve dürüst bir şekilde olayların asıl sorumlusu olduğunu kabul etmesinden dolayı çok minnettarım. Evet yoldaşlar, asıl sorumlu odur. Böyle dememin nedeni, kendisinin değişik toplantılarda Kazakistan metalürjisi üzerine yaptığı büyük konuşmalarındandır. Şimdi ise Yoldaş Belyayev’in Kazak Metalürjisinin idaresi konusunda sadece konuşmada usta, fiilde ise beceriksiz olduğu ortaya çıkıyor. Bunun için utanç duyuyor ve Kazaklarda “Utanmak, ölmekten beterdir” atasözünü hatırlatıyorum. Yoldaş Belyayev’in en kısa sürede yüzündeki bu siyasi kiri yıkaması gerekmektedir. Aksi takdirde alacağı eleştiriler şimdikinden daha sert olacaktır…”
Konayev’e ise şunları söylemiş: “… O, metalürjiyi bu alanda sıradan mühendis iken, severdi. O, zaman çok iyi şeyler yapardı, ancak oradan alındıktan sonra sevdiği mesleğe ihanet etti ve ona ilgisiz bir sevgili gibi davranmaya başladı. Bakanlar Kurulu Başkan Yardımcılığı görevini üstlenmesine ve on yıl gibi uzun bir süre sanayi işlerinden sorumlu olmasına rağmen bu alana hiçbir olumlu katkı sağlamayışını başka türlü anlatmak mümkün değildir. Ardından kendisini Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Bilimler Akademisi Başkanlığı görevine sundular. Ancak bu