Bu arada bekleyen kalabalık huzursuzlanarak, hareketlenmeye başlar.
– Yaz! Irgatlar dövülebilir diye, bir kanun yoktur. O, Mikhail’in zamanı gerilerde kalmıştır. Günümüzde ırgatları dövenlere ceza kanununda madde vardır.
Toplanan halk kendi aralarında konuşmaya başlarlar.
– Yaz! Şarip’in sesi bu arada öfkeli bir şekilde sert çıkar. İşte, o ırgatlara zulmeden zenginleri mahkemelik edecek maddeye göre cezalandırsınlar Ezbergen’i. Kendisini de Sibirya’ya sürsünler. “Giden Dönmez” hapishanesine.
Fahreddin gözleri fal taşı gibi açılır. Korku içinde yanında sakalını avuçlayarak uyuklayan Ahun’a bakar.
Fahreddin’in kendisinden bir cevap beklediğini hisseden Ahun, başını kaldırır, sakallarını elleriyle tarayarak:
– Şarip, bu düşüncenden vazgeç, der, ahenkli bir sesle takvalı tavrını takınarak.
Şarip’in yüzü soğuktu ve yalvarıp yakarmalara kulak asacak gibi değildi. “İnadım inat, adım Kel Murat misali”, inat etmiş bir kere. Kocasının şu sert tavrına sinirlenen Jaybaskan:
– Hey, bana bak! Sibirya’dan başka yer kalmamış mı? Doğru düzgün yaz o tutnağını, saç yerine baş koparma, der, pat diye.
– Yazılmayacak. Bitti… Şege, mühürü getir, der, Şarip daha da inatlaşarak. “Gitsin, utanmaz, kiminle uğraştığını görsün bakalım.”
“Sibirya”yı duyunca kaşlarını çatarak oturmakta olan Ezbergen’in bile gözleri belerir. “Gerçek mi, yoksa şaka mı yapıyor şu?” dercesine, başını kaldırarak gözlerini kocaman açar. Torka Nine de ukalâca davranarak:
– Kahrolası, bugüne kadar yaptıkları da yeter, gitsin Sibirya’ya.
– Tüh, anacığım, insanları şu şekilde birbirine düşürmen yetmiyormuş gibi? Diyerek, bir kadın homurdanır.
Şarip, mührü eline alınca, coşarak, uçacak kartal gibi iki omuzunu kaldırır. Elinde devetabanı kadar mühür.
Kadınlar tarafı korku içinde nefeslerini tutarlar.
– Şarip, hey Şarip, büyüklüğünü göster, dikkatli davranmak lazım, diye sızlanır Fahreddin, ağır vücudunu hareketlendirerek.
Şarip âdeta sağır ve dilsiz kesilmiştir. “Tutanağı” önüne açar ve mühürü ağzına götürüp üfleyerek basmaya hazır eder. Millet sessiz sedasız, donmuş gibi korkuyla ve endişe içinde bekleyişe geçer. Böylece Şarip, şunun bunun lafına bakmaksızın yer masasının üzerinde duran tabak kadar kâğıda devetabanı mühürü hızla getirip “Pat!” diye, basar. Millet sıçrayıverir. “Vay” diye, bağırıveren kadınlar bile olur.
– Hey, güzel Allah’ım!
– Al! Der Şarip, mühürlü kâğıdı polise uzatarak. Düken’e verirsin.4
Ensesi kalınca gelen polis Boğabay, kâğıdı katlayarak yavaşça yan cebine koyar. Cebinin düğmelerini dikkatlice kapatır. Daha sonra Ezbergen’e âdeta boynuzlamak üzere olan boğa gibi bakarak:
– Marş, düş önüme…
Ezbergen kalın yüzü iyice kabararak, yerinden sürüklenerek zar zor kalkar. Kapıya doğru yönelirken Fahreddin’e yine bir göz atar. Ağabeyinin yüzünden düşen bin parçadır. Yere bakarak kara kara düşünmektedir.
Millet “tutuklanan” Ezbergen’i yolcu etmek üzere dışarı doğru akın eder.
– Hey, millet, hiçbir yere dağılmayın… Yemeği burda yiyeceğiz… Diye, seslenir Şarip. Hey, Şege, kalk, şu kızıl koyunu getirip kes.
– Arkadaş, yemek diyorsun, ama yemeğe tıka basa doyduk ya.
Fahreddin ağır ağır hareketlenerek yerinden kalkarken üzüntüsünü gizlemeden dile getirerek.
– Arkadaş, sen darılma, hükümetin işleri ayrı, akrabalık ise ayrı bir şeydir. Öyle değil mi, Ahun ağa? Genelde davet ettiğimizde bile gelemeyen bütün iyi insanlar, bugün bir araya gelmişsiniz, şimdi yemek yemeden gidemezsiniz, der Şarip, bütün iyi niyetini ortaya koymaya çalışarak.
Fahreddin ile Labak Ahun; “Bunun da dedikleri doğruymuş ya,” dercesine birbirlerine bakarlar.
Tam da öğle saatleriydi. Dışarıdaki büyük küçük herkes doğu tarafta uzanan yalnız yola bakmaktaydı. O yol üzerinde atlı bir adam yandaki dağ sırtına doğru bir yayayı önüne katarak sürgüne götürmekteydi. Sürükleyerek hızla koşturtmaktaydı. Yaya adam, koşarken tozu dumana katarak toprağı savurmaktaydı. Bu yaya, “tutuklanan” Ezbergen idi.
Gökyüzünde güneşin ışıklarını engelleyen bulutlar, ortalığa solgunluk veriyordu. Arka taraftan esen sert bir rüzgâr, epey rahatsız ediciydi. Kaftanlarının önünü sıkıca kapatarak, ellerindeki bakır ibrikleriyle köy dışındaki pelinlerin içine doğru salına salına Fahreddin ile sırık gibi uzun boylu zayıf ihtiyar Labak Ahun ilerlemektedir. Pek üzgünler. Fahreddin konuşmadan önce boğazını temizleyerek:
– Ahun ağabey, ne diyorsunuz? Bunun sonu nereye varacaktır?
– Allah bilir. Lâkin zaman çok çabuk değişmiş gibidir kardeşim. Eğer ki birileri düşmanlık taslamıyorsa sorgular, sorgular ve sonunda bırakırlar Ezbergen’i.
– Öyle olmasa gerekir. Bu işin sonu, benim tahminimce, büyük bir olaya dönüşecektir ve iyi olmayacak gibidir. Dünkü gittiğimiz pazarda konuşan temsilcinin sözleri geliyor aklıma. Dediklerinizin hepsi çıktı. “Zengin bahçıvanı aşağı bularak, cahillerle fakir fukaraya destek olur,” dediğiniz, gerçek oldu. Şimdi o zavallıyı idarelik birliğine götüreceklerdir. Oraya düşmek demek, hapsi boylamak demektir.
– Eh, zaman, zaman gidişatın pek fena. Der, Labak Ahun kederlenerek.
Bir süre sonra Fahreddin yine boğazını temizleyerek:
– Şu Vıyakçı da ağabeyciğim, bunun hepsini bilerek yapıyor. Böyle bir zamanda, “pireden deve yaparak” bunu bilinçli bir şekilde yapıyor. Ne yapılabilir, Ahun ağabey, Ezbergen, it de olsa yalnız desteğimdi. Zaman ise böyle. Bu dava köy içinde çözülmeliydi. Dışarı duyurulmamalıydı… Çocuk şakasının sonucu bakın nerelere varmış oldu.
– Çocuk oyunu… Evet, çocuk oyunu, lâkin…
Labak Ahun, ibriğini yere koyarak önüne düşen kocaman gümüş gibi sakallarını elleriyle tararken, bir süre pek derin düşüncelere dalar.
– Çocukların biri serpilip genç kız olup, biriyse yetişkin delikanlı olmuştur, lâkin der, bir süre sonra.
– Öylesi öyle ya… Diyen Fahreddin, derin bir iç çekerek, iyice yorulup, bitkin düşmüş durumdaydı.
Ahun düşünerek, açılmaya başlayan gökyüzüne bakıp “Hımm…” diye mırıldanarak eve girer.
– Vay, Şarip! Der, evin başköşesine doğru çıkıp otururken kuğu gibi olan bembeyaz Labak ihtiyar.
– Peki, sizi dinliyorum, diye ilgiyle kulak verir Şarip.
– Diz çök, Torka gelin, sen de otur, Uap, sen de kulak ver. Lâkin dünden bu yana olan biten atışma tartışmadan hepiniz haberdarsınız, cemaat. “Kanlı gömlek giyse bile, boş durmaz akraban”, “Kardeşim olsun da kanlım olsun,” diye boşuna dememişlerdir.