Bu konular açılınca az önce beti benzi atmış olan herkesin yüzü gevşedi ve rahatlıkla konuşmaya başladılar…
O esnada Jiyrenşe Abay’a bir işaret çaktı ve dışarıya çıktı…
Abay, “Kodar kim, suçu ne” bunları bilmiyor gibiydi. O sadece, “darağacına asılmak” denilince, içinde bir çeşit tiksinti hissetmişti. Babasına inanamamış, çekinerek bakmış, “bunu yapar efendim” diye düşünmüştü. Fakat düşünüp tartınca darağacı denen şeyin, bu bozkırda, bu ülkede hiçbir zaman bulunmadığını hatırladı. Bunu ne işitmiş ne de görmüş değildi. Onun düşüncesine göre bu, Halife Harun Reşit zamanında o zamanki Bağdat, Mısır ve Gazne’de uygulanan bir ceza gibiydi. Dolayısıyla “darağacına asılmak” diye öylesine söylenmiş olmalı, “bu olmaz, olamaz!” diye düşünüyordu.
Bununla birlikte Abay, babasının Cumabay’la ilgili konuşmalarına da şaşırdı. Şehir ile yolda birlikte oldukları kaç günlük süre içinde bir defa olsun sezdirseydi ya!
“Fetva”, “darağacına asılmak” denen hükümleri kendisinden gizlemiş, üstelik gelip Abay’la yarışmıştı. Hatta şakalaşmış, oynaşmıştı. İçeride hiçbir şey bilmezmiş gibi ses vermeden oturması da cabası. Bugün, gün boyu, akranıymış gibi Abay’la yarışarak at sürüşünden de eser kalmamıştı.
Abay ona bakarak büyüklerin içlerinin böylesine katmerli zorlayıcı düşüncelerle dolu olduğunu düşündü. İçinden “büyüsem, bunların mizacını her daim bilebilsem, tanıyabilsem” diyor, şu büyüklüğe bir kez daha ilgi duyuyor ve kavuşmak için acele ediyordu. Esasında Abay, çabucak büyümeyi çok istiyor, buna meraklanıyordu…
Birden aklına geldi: Şehirdeyken bir gün Cumabay, o zaman anlamlandıramadığı bir takım tavırlar sergilemişti. “Kunanbay gönderdi, Hazrete hediye götürüyorum” diyerek hiç çiftleşmemişlerden semiz bir büyükbaşı yedeğine almış gidiyordu.
Abay’a, onun mollası ve mescidin imamı olan Ahmet Riyza’nın evini sormuş, ardından ona “peşimden gel” demiş ve azı dişleri çıkmış kunan12 olacak atı Abay’la birlikte mollanın evine götürmüştü.
İkisi birlikte huysuz azılı kunanı yedekleyip giderken “haylaz Sağit” denen kavgacı çocuğun başlarına açtığı bir belâyı da hatırladı. Şimdi sıkıymış gibi oturan Cumabay’a baktı, tebessüm ederek gülümsedi.
Bunlar sokak kapısının önünden geçerken pencereden görüp dışarı çıkan Sağit kunana taş atmış, onu ürkütmek için bağırıp çığırmış, huysuz kunanın ürktüğünü görünce de daha fazla kudurmuştu. Yeniden içeri girmiş, bu defa değnek alarak dışarı çıkmış, saklanarak gelmiş, yapıştırırcasına huysuz kunana vurmuştu. O zaman azılı kunan var gücüyle şaha kalkıp firar etmeye yönelince onu tutan Cumabay “bırakmayacağım” diye epey uğraşmıştı. Tay yerinde duramamış ve Cumabay’ı sürüklemişti. Huysuz at bir türlü durmadığı için yularını beline dolamış olan Cumabay ayağını yere direyerek geriye yaslana yaslana yürümek zorunda kalmış, bütün sokağın tozunu kumunu havalandırmış, iyice rüsva olmuştu. Ayakları tarp tarp ederek hızlı adımlarla tayın ardından giden Cumabay’ın kalpağı ve takkesi de başından uçmuş, yere düşmüştü. Parlak güneş altında başının ışıltısı da görününce gayri ihtiyari gülmüştü Abay. O zaman Sağit’le birlikte gözünden yaş gelinceye kadar gülmekten Abay’ın da karnı kasılmıştı.
Cumabay azılı kunanı zorlukla durdurduktan sonra, Abay, Sağit’i daha fazla yaklaştırmadan kovmuş, bu belâdan Cumabay’ı da kunanı da kurtarmıştı…
Bunlar ahırına girip huysuz kunanı at tavlasına bağlarken onları gören Hazret, tayın kendisine getirilen bir hediye olduğunu anlayarak seslenmemişti.
Daha sonra Hazretin evine girdiklerinde Cumabay, Kunanbay’ın selamını söyledi ve:
– Şu oğluna, Sizin öğrencinize “Hazretin duasını al da gel” demişti, dedi.
Hazret kollarını açmış:
– Bârekallah, Bârekallah… Birahmetike ya erhamerrahimin, diyerek Abay için dua etmişti.
Bundan sonra Hazretle konuşacağı konuya ne şekilde başlayacağını bilemeyen, kem küm ederek eveleyip geveleyen ve yaptığı konuşmayı kendisi bile anlamayan Cumabay, aklındaki konuya hemen başlayamamıştı. İlk sözü; Kunanbay’ın söylediği selamı idi. Meğer “iste gel” deyişinin büyük bir anlamı varmış. Cumabay, bunu söylerken bir Abay’a bir Hazrete bakarak:
– “Fakat bu durumu bir ücrada, gizlice konuş” demişti, dedi. “Oğlum, sen” deyip bir şey söylemek için Abay’a seslendiğinde Hazret de bu durumu sezmiş ve Abay’a:
– İbrahim! Siz şimdi medreseye dönünüz oğlum. Obaya gitmeden önce bana geliniz ve duamı aldıktan sonra yola çıkınız, demişti. Abay da çıkıp gitmişti…
Abay, “Cumabay Hazretle baş başa oturmuş, aklındakini rahatça söylemiş ve deminki fetvayı da o zaman almış ya efendim” diye düşündü.
Abay, Jiyrenşe çıktıktan sonra, kendisinin orada bulunmasını gerekli kılan bir konu görmediği için sessizce dışarı çıktı. O vakit Jiyrenşe, evin yanında eyerli olarak bekletilen sonuncu atı da otlaması için serbest bırakmıştı. Kapının açıldığı yerde Abay’ı gördü ve kısık bir sesle:
– Abay! Beri gel, buraya gel, dedi.
Abay, onun yanına gelir gelmez:
– Oy, Jiyrenşe! Bu Kodar da kim? Ne yapmış? Söylesene, dedi.
– Pek fazla yakını olmayan Kodar tek bir kiyiz evi olan ihtiyar bir Borsak.
– O nerde yaşıyor?
– E! Şu Şınğıs’ın en yakın eteklerinde, Bökenşi geçidinin bağrında.
– Peki, ne yapmış o?
– O, bu yıl kış günü, tek oğlu öldükten sonra, “geliniyle yakınlaşmış” diyorlar. İçeridekilerin “rezillik” dedikleri bu!
– Yakınlaşmış mı? … Nasıl?
– “Nasıl” ne demek? “Başına çökmüş” diyorlar…
– O da ne?
– E! Sığır çökmesini bilmiyor musun? … Buğra ile ingenşe13? … Bilirsin işte, diyen Jiyrenşe, bunu söylerken bir taraftan da çok ama çok kaba el kol hareketleri yapıyordu. Büyüklerin huzurunda otururken içi iyice sıkılmış olan Jiyrenşe, şimdi, serin bozkırda birazcık oynaklaşmıştı. Abay’ı güldürmek istiyordu. Fakat Abay oralı olmadı. Gönlünde kati bir isyan vardı.
Abay, gözlerini dikerek “bu doğru muymuş?” diye