Ninesi söyleneni anladı ve azıcık sesini yumuşatarak:
– Ey oğlum! Ninendeki kuru gövde de olmasa, ne endamı kaldı şu hayatta, dedi, kendisinin alıştığı derdine kederine yönelir oldu. Torunu onun bu içlenişine kıyamadı:
– Kendiliğinden iyileşir mi? Tedavi edilse nasıl olur, diye sordu.
Evdekiler de, ninesi de sadece boş boş güldü.
Yaşlı babaannesi gülerken “torununun keyfi kaçmasın” diye arzular gibi yaparak:
– Okuyup üflense, bazen açılıyor. Okuyup üflemek iyi geliyor, dedi… Ayğız durur mu? O da gülerek lafa karıştı:
– Okunup üflenecekse, şu oğlun molla olup geldi ya! Okutup üflet ona, dedi.
– Okuyup üflesin, okuyup üfleyiversin torunu.
– Biçare ihtiyarın gönlüne bu da bir destek yahu, diyen evdeki büyükler ve özellikle yengeler, Abay’dan içtenlikle bir şeyler umut eder gibiydiler.
Abay bu sözlere içten içe öfkelendi. “Okuyup üfleme, içimlik muska yazma ve kaside okumanın” halkın benimsediği türden mollalık alışkanlıkları olduğu doğruydu… Çocuk gönlüne çok iğrenç görünen falcılık, büyücülük gibi işlerle uğraşan baksıya eşdeğer mollalar ve hocalar da az değildi. Abay bunu hatırladı. Kendi durumunu hicveder gibi azıcık gülümsedi ve aniden doğrularak ninesinin başını ellerinin arasına aldı. Fısır fısır fısıldayarak artarda bir şeyler söyledi. Oradakiler alabildiğine esnemeye başlarken “başına dualar okuyor” diye söyleştiler. Bunun üzerine Abay, tecrübeli bir molla gibi diz çöktü, yüzünü astı, ellerini kaldırdı:
“Yüzü gül, gözü mücevher,
Hem yakut gibi, lebi ahmer 7,
Hem gerdanı kardan, bihter 8,
Kaşınız kudret, bileği inceler…”
Diyerek, kimsenin anlamadığı şiiri yüksek sesle okudu, söyleyiş tarzını da “Tebâreke” suresini okuyan mollalar gibi uzattıkça uzattı:
“Sizinle karşılaşsa bir kez yiğitler,
Seyre dalarlar, kendinden geçer.
Gider kuvveti, yumulur gözler
Niye felç gibi, tutmaz olur dizler?”
Diyerek yaklaştı. Gözünü yumup dudaklarını kımıldatarak ninesinin kulağını açtı ve “pü-üf” deyiverdi. Bu, kendisinin bu yıl ilkbaharda Nevaî ve Fuzulî’yi okuduğu günlerde yazdığı bir şiirdi. Oturanlar daha hâlâ rehavet içindeydi. “Hakikaten dua okudu” diyenler, şüphe duyanlardan daha çok idi. Çocuk onların hâlini bildiğinden, dalga geçer gibi aldatıverdikten sonra, sesini netleştirip sertleştirmeye başladı. Tekrar gözünü yumup, suratını asıp, Kur’an okuyan molla gibi, ileri geri sendeleyerek:
“Uçan boz serçe sığınır inanarak,
Basarsın ayağını sıkılaştırarak,
Yaşlı ninem işitmez, inanıversin,
Vereyim şiirimi içten şifalayarak.”
Deyip yaklaştı ve tekrar “pü-f-f” deyiverdi. Evdekiler şimdi anlamıştı ve şamatayla gülüştüler. Son şiir sırasında söyleneni duyabilen ninesi de torununun niyetini anlamıştı. Ses çıkarmadı, mutlulukla gülümsedi ve torununun başını kaldırıp arkaya iterek alnından kokladı…
Abay gülmüyor, dalga geçer gibi bakıyordu. Ninesine yapışırcasına yaklaştı:
– Nasıl, kulağın açıldı mı, diye sordu. Ninesi:
– E, iyi oldu. Umutların gerçek olsun oğlum, diyerek teşekkür etti…
Büyükler çocuğun bu mizacına bir şaştı, bir güldü, nihayet hayran kaldılar. Herkesin gözü kendisine dikilince kara simalı çocuk mahcup oldu, yüzü kızardı. Lakin gözünde şimşek gibi yanan ateş fark edilebiliyordu. Uljan’ın bu çocuğunda, diğer çocuklarının çehresinden başkaca bir ihtiras ve şuur ateşi var gibiydi.
Uljan, sevimli olmakla birlikte tenkitçi bir anaydı. Oğlunun deminki mizacını bir süre düşünerek oturdu. Bu yıl boy atan oğlu, mizacı bakımından da olgunlaşmış gibiydi. Uljan herkesle birlikte gülmemişti. Oğluna dikkatle baktı, önce bir “hah!” etti:
– Oğlum efendim! “Şehirden mollalık getireceksin” diye düşünürken, hısımlarına mı çektin sen, diye iğneledi.
Bu söz, büyüklerin hepsi için çok manidar idi. Deminki muzip çocuğun mizacını tam olarak ortaya koyar gibiydi, evdeki kalabalığı tekrar güldürüverdi. Uljan’ın kimi kastettiğini anlayanlar:
– Tabii, sivri dilli!
– Biytan, Şiytan9!
– Tonteke’nin yeğeniyim diyor yahu, diyerek Abay’ın akrabasını andılar. Oradakilerin aklına, Tontay’ın, ölüm döşeğindeyken “iyileşe iyileşe ayıp oldu hocaya mollaya, artık ölmezsek olmaz bu kadarı da” dediği de gelmişti. Abay:
– Anacığım! Şimdi baksı ya da büyücü kılığına bürünerek kuzu kürkü toplayacağıma, Tonteke’ye benzesem daha iyi olmaz mı? Ha” diyerek kendini savundu.
– Tamam, o hâlde! Olgunlaşmışsın oğlum, dedi annesi de.
Tam o anda Maybasar’ın ulağı girdi içeriye. Bu, demin, akşamüstü Kunanbay’ın yanında duran kaba sakallı, kara benizli Kamısbay idi:
– Abay! İki gözüm, baban seni çağırıyor, dedi.
Evdekiler ses çıkarmadı. Abay, deminden beri ortaya koyduğu serbest, hareketli, çocukça mizacından sıyrıldı, kendisini toparladı. Sessizce oradan çıktı ve babasının oturduğu eve geldi…
Konukevi annelerinin evi gibi değildi, içi dışından da soğuk, sessizdi. Abay daha eşikten girerken, yüksek sesle, belirgin bir şekilde evde oturan büyüklere selam verdi. Büyükler de onun selamını sesli olarak aldı. İçeride çok adam yoktu: Kunanbay ile Maybasar ve Cumabay’dan başka, Tobıktı soyunun bu bölgedeki tanınmış büyüklerinden Baysal, Böjey, Karatay ve Süyindik vardı. Yine bunların yanına ilişen genç arkadaşı, Baysal’ın torun kardeşi, delikanlı Jiyrenşe vardı. Yaşı Abay’dan biraz büyük olsa da yaşıtıymış gibi dostça ilişki içindeydi.
Babasının az önceki akşamüstü konukevinin önünde beklediği kişiler bu büyüklerdi. Abay’ın çocukluğundan beri sezdiği bir hâl; babasının böyle kişilerle, özellikle tam da bu dört beş kişiyle, bir araya gelmesinin bölgede başlanacak büyük ve münferit bir işe işaret etmesiydi. Babası bunları kıdemleri dolayısıyla özel olarak çağırtmış gibiydi.
Bundan önce Abay, bu tür konuşmalara ne karışmış ne de bu konuşmaları dinlemişti. Bugün ilk defa özel olarak içeri alınıyordu. Bir an Abay, “bana bir şey mi diyecekler” diye düşündü ve etrafına bakındı. Fakat bu düşüncesini haklı çıkaracak hiçbir işaret bulamadı…
Abay gelip oturur oturmaz bu büyükler, ondan