–Sizin iti de ben mi öldürdüm? dedi.
–Hıı, Domrul emmi canın sağ olsun. Kalk sedirin üzerine uzan.
Hürü Kadın sedirin üzerinde yer yaptı, gelip Domrul’un kolundan tuttu.
–Gel, uyu, yarın sohbet ederiz.
–Beni Kanıkoğulları ağaca bağladı.
–Derin gitsin9 Kanıkoğlu’nu.
Domrul kalkıp sedire doğru gitti. Gözlerini yerden kaldırmadı… Bir deli, kuyruğu, kulağı kesilmiş köpekleri köyün içerisinde kovalıyor, kurbağaların derisini yüzüyor, kelebekleri yiyordu. “Gel be gel. Bir çift beygirin gücü var bunda.” Kimdi peki bu? İş Domrul’un hatırlamasına kalmıştı, hatırlar hatırlamaz suratında patlayan yüzlerce tokadın acısını duyacaktı…
Hürü Kadın lambanın ışığını kıstı. Karanlık lambanın ateşli fitilini sıka sıka toprak zemine yapıştırdı. Işık azala azala bir damla oldu “çat” diye bir ses çıkararak söndü. İmir, derinden derine inliyordu… Kuyruğu, kulağı kesilmiş bir it İmir’in bileğini kemiriyordu. Ninesine, kardeşine sesleniyor, ama sesi çıkmıyordu.
Deli Domrul’un kuyruğunu kulağını kestiği itlerin biri İmir’in kolunu kemirip duruyordu. Hürü Kadın İmir’in ayak ucunda gözlerini yumup ellerini karanlıkta Allah’a doğru uzatmıştı. Fısıltıları damarlarının kanı gibi akıyor, aka aka bir yerlere boşalıyordu. Sonra ayakları yerden kesildi, kendi inandığından başka yeryüzünde hiçbir şey kalmadı. Seher duasıyla akşam duasının arasında köyde yapılan ve yapılacak her şeyi affederek yüzünü Tanrı’ya döndü:
–Ey yeri göğü Yaratan, ben günahkâr bir kulunum. Uluların ulusu, Sen büyüksün. Yer yüzünün suçu büyüyor, affet günahlarımızı. Şeytanın şerrinden, ağaların fitne fesadından koru bizi. Gözün yavrularımızın üzerinde olsun. Çok kanlı olaylar yaşadık, gözümüzü yine de Sen’den ayırmamışız. İşimizi uğurlu kıl, uğurumuzu aydınlık kıl. Yavruma şifa ver, Ulu Tanrı, yol göster ona. Birisinin de, apak karı, mavi buzu olan kışta ormandan ağaç taşımaktan omuzlarında yaralar açılmış. Ümidimizi ona bağlamışız, düşman kurşunundan koru onu. Ona söz söyleyenlerin dilini ve maksadını kısa kıl, âmin!
Bekil, kapının ağzındaki sedirin üzerine uzanmıştı. Ninesinin dediği sözlerin korkusu, mânâsından da büyüktü. Bu da galiba öylesine, sonsuzluğa, gecenin karanlığına doğru söylendiğinden kaynaklanıyordu. Kadına acıdı: “Kollarının ikisini de kırmazsam köpek oğluyum!” dedi, kendi kendine.
Hürü Kadın, İmir’in ayak tarafında yer yastığına dirseğini dayayıp yaslandı, biraz sonra da uyuklamaya başladı. İmir inledikçe uykulu uykulu “can”, “can” diyordu ona. Dilini dolaştıra dolaştıra uykuya daldı. İmir ayık mıydı, uyanık mıydı; haberdar değildi. Bekil elinde iri bir kemikle alacakaranlıkta durmuştu.
–Ne yapıyorsun, Ayyam?
–Adam yapıyorum. Bunu bitirip senin kolunu da kendim saracağım.
İmir’in bu bir damlacık uykusu o kadar uzadı ki, bitmek tükenmek bilmedi, sabaha kadar sürdü. Gözlerini açtığında ninesini baş ucunda gördü.
–Ayyam hani? dedi. Bana adam yapacaktı.
–Yeter, a baban ölsün. Ölüp gitti de. Sabahın erken vaktini haram etme, yeter, a delinin doğurduğu. Ölüyorsan öl, kalıyorsan kal!
Çıkıp Bekil’i aradı. Bekil, hakikaten de yoktu.
–Başımı hangi taşa çalayım şimdi, bizi de deli edip çöllere düşürecek, kara toprağa giresice.
Eğrikar’daki obalar sabah uykusundaydı. Herkesin uykusundan Hakk’a doğru gözle görülmez, duyulmaz, akıl almaz bir yol açılmıştı. Herkes bu yol ile gidip Hakk’a ulaşıyor, geri dönüyordu. Ama bunu idrak edenler gitgide azalmaktaydı, azala azala bir avuç kadar adam kalmıştı. Allah diye diye Tanrı’dan uzaklaşmaktalardı. Hayatın bu hızlı ve telaşlı akışına kapılmış, nefes nefese geleceğe doğru gidiyorlardı. Para hırsı, giyim hırsı, altın hırsı, Eğrikar denilen bu küçücük köyü dövmekteydi. Ömürleri kendilerinin de haberi olmadan kısalmakta, uykuları azalmakta, gözleri açılmaktaydı. Ama yine çiçekler yeşeriyor, yine sular akıyordu. Çiçeklerin yeşermesi, suların akması, çocukların doğması, hayatın yeniden başlaması ve tazelenmesiydi. Bu, olanların bir daha tekrar etmesiydi, gidenlerin bir daha geri dönmesiydi…
Hürü Kadın dışarı çıkıp bakındı. Bekil köyün eteğinden geliyordu.
–Nereye gitmiştin a yavrum, seni yerinde göremedim, öldüm öldüm, dirildim. De bakayım nerden geliyorsun, kendinde değil gibisin. Bu ne hal?
–Ata bakmaya gitmiştim, belki dokunan olur dedim. Ninesi endişeyle yine sordu:
–De hele ne olmuş doğrusunu söyle?!
–Hiçbir şey. Mezarlığın yanından geçerken üzerime karabasan çullandı, galiba korktum.
–Orda ne yapıyordun?
–Atı arıyordum.
Kapıya doğru gitti. Kapı siteme benzer bir gıcırtıyla açılana kadar uzun uzadıya ses verdi. Domrul duvara oyulmuş şöminemsi ocağın yanında uyumuştu. İmir uyanıktı. Ağabeyini görünce:
–Ayyam, gel kolumu sar, ağrıyor; demin, saracağım, dedin.
Bekil heyecan içinde İmir’in kolunu kaldırdı:
–Şimdi açacağım, ağlama, tamam mı?
–Tamam, peki orada uyuyan kim?
–Domrul emmidir.
–Ben de, rüya görüyor zannediyordum. Kalkıp koyunumuzun ayaklarını kesecek.
–Hayır, kesmez. Artık akıllanmış. Ağlama, olur mu, Domrul emmi uyanır.
–Peki.
Bekil sargıyı açtı. Parmakları İmir’in dirseğindeki kırığın olduğu yere doğru uzandı. Aç kuzu otları nasıl kırpıyorsa parmakları da çatlakların, kırıkların üzerinde ses çıkara çıkara kemikleri yeniden yerli yerine dizdi. Hürü Kadın içeri girdi:
–Niye açtın, niye açtın, eğri kalacak, dedi.
–Kemikleri intizamlı bağlamamıştın nine, yeniden sardım.
–Sana kim söyledi, nereden biliyorsun?
Bekil’in parmakları İmir’in kemiklerini görerek, karınca gibi kolunun üzerinde dolaşıyordu. Bekil, İmir’in kolunun kemiklerini görüyordu, et yoktu. Her şeyi unutmuş, kardeşinin kemiğini seyrediyordu. Gözleri yirmi yıldan sonra açılmış gibi dünyayı sanki şimdi görüyordu. Kardeşinin kolu bembeyaz idi. Cilâlı, tertemiz birbirine eklenip dizilmişlerdi. Parmakları omuz kemiğinin üzerinde durdu. Omuz kemiğinin üzerinde ince bir çatlak vardı.
–Nine, omuzu da çatlamış.
–Yahu bırak incitme çocuğu, omzunda hiçbir şey yoktur. Nereden aklına esti bilmiyorum.
–İşte, görmüyor musun?
Bekil’in parmakları çatlağın üzerinde gezindi.
Ninesi diz