Topluluk ayrılıp Bekil’e yol açtı. Bekil, geniş omuzlarıyla topluluğun arasından edayla geçti.
Karanlık çöküyordu, alacakaranlıkta köy cemaati Bekil’in büyüye büyüye giden gölgesi ardınca bakıyordu. Herkes ürkmüştü. Yavaş yavaş ikişer üçer Bekil’in şimdiye kadar yapmadığı şeyleri uyduruyorlardı. Deminki ihtiyar yine öne çıktı:
–Bunların soyunda Hak vergisi vardır, dedi. -Kızlı erkekli bu yaşlarda hepsinde bu haller görülüyor. Dedem derdi ki, bunların neslinden birine rüyada buta7 verilmiş.
Deli Domrul çıkmış Bekilgile gidiyordu. Hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Ayaklarını kestiği eşek, eşeğin çimenliğe yayılan kanı, köyün cemaati ve Bekil, sabahtan akşama kadar yazıda, ormanlarda, dağlarda gördüğü ot gibi, çiçek gibi, ağaç gibi, taş gibi aklında kalmıştı. Yirmi yıldan sonra Domrul bu günün alacakaranlığında ağrısını hissetmeğe başlamıştı. Yirmi yıldan sonraki bu ağrı da Domrul için yeni bir şeydi. Bekilgile niçin gittiğini kendisi de açıkça bilmiyordu.
Halk da bir şey anlamıyordu, herkes garip bir korkuyla ardından bakıyordu. Yaşlılardan biri:
–Göz gördüğünden korkar, yavrucuğum, dedi. Deliyi korkutmak, iyileştirmenin yarısı kadar zordur.
Bundan yirmi yıl önce böylesi bir akşamın böylesi bir alacakaranlığında Kanıkoğlu’nun8 küçük kız kardeşi Akça Hatun’u kaçırdı. Uzun boylu, kuşağı zincirden, değneğinin çomağı çiviyle dolu, demir yumruklu, demir dizli bir yiğit idi Domrul. Huysuz, deli atları kuyruğundan yakalardı. Öküzlerin boynunu büküp yere yatırırdı. Erkek mandaları boyunduruğun bir tarafına koşar, diğer tarafından kendisi yapışır, sürükler götürürdü. Yedi ilde sevilen bir yiğitti.
Kanıkoğlu’nun yedi kardeşi atlarına atladı, Akça Hatun’u Deli Domrul’un elinden alıp getirdiler. Üç gün sonra ormana oduna gidenler Domrul’u buldular. Ayaklarından boğazına kadar ağaca sarıp bağlamışlardı. Domrul’un vücudunun her tarafı dağlanmıştı. İp kollarındaki eti kesip kemiğe dayanmıştı.
–”Domrul deli olmuş!”
–”Domrul gülüyor.”
–”Hiç kimseyi tanımıyor.”
Yirmi yılın on yılını Kanıkoğulları’nın kapısında odun yardı, köpeklere baktı. Aklında Akça Hatun da yoktu. Kanıkoğlu misafirlerinin yanında eğlenmek istediği zaman seslenirdi:
–Domrul, gel buraya. Karakelle neslinden yalnızca bunu sağ bıraktık, bu da deli olduğu için.
Domrul gelip Kanıkoğlu’nun önünde dururdu. Kanıkoğlu’nun şamarı Domrul’un suratında beşli gibi şaklardı:
–Gel be gel. Bir çift beygirin gücü var bunda…
Yirmi yıl böyle geçmişti. Yirmi yıldır Domrul boy bosuna, kollarının gücüne hükmedemiyordu. Yirmi yıldır onun bunun kapısında odun yarıyor, ocaklarda, tandır kenarlarında, küllerin üzerinde uyuyordu. Domrul’un ömür denilen şeyi bu idi. Elinden almak bir yana, Akça Hatun’u aklından bile sildiler. Yirmi yılda yağın balın içinde çokları ihtiyarladı. Ama Domrul böylesi bir hayat içinde yaşlanmadı. Zaman Domrul’un üzerinden ona dokunmadan geçip gidiyordu…
–Gel, Domrul gel, Allah’ım sen koru!
Hürü kadının kemikleri sızladı. Domrul başını öne eğmiş, kapıda durmuştu.
–Gel, yavrum gel, kolu kırılasıca çocuğun kolunu kırmış.
İmir ağlamıyordu. Zayıflayıp küçülmüş yüzü sakindi. Sihirli, iri gözlerini lambanın ışığına dikmişti. Işığın etrafında gölgeler dolaşıyordu. Lambanın üzerine küçücük bir kuş konmuş şakıyordu. İmir’in ağrısını unutturan bu idi. Kuşun sesi, ömründe duymadığı bir ninni gibiydi. Avuna avuna dinliyordu.
Domrul, Hürü kadının karşısında diz çöktü, baktı baktı, bakarken de yanağından yaşlar süzüldü, sonra küçücük bir tepeyi andıran bedeni titreye titreye hıçkırıp ağladı. Hürü Kadın da Domrul’un yanına oturdu, yazmasının ucuyla gözlerinin yaşını silerek sessiz sessiz ağladı:
–Ağla, a yavrum ağla, neslimiz kalmamış, bari ölenlerimiz için ağla. Bak ne zamandan beridir ağlamıyorsun, ağla dertlerin yıkanıp gitsin.
Lambanın üstüne konmuş kuş yok oldu, İmir’in kolu sızladı, inildeyip ninesini çağırdı:
–Nine, nine, kolum ağrıyor. Kimdir ağlayan Nine?
–Sus, anam babam, benim ağlayan, senin için ağlıyorum.
Domrul’u evin köşesine doğru götürdü. Domrul köşede oturup yine ağlıyordu; ama ne ağladığından haberdardı ne de nerede olduğundan. Bu gözyaşlarının, bundan yirmi yıl öncesinin gözyaşları olduğundan bile haberdar değildi. O gün, yedi genç onu yedi yerinden ağaca bağlayıp aklı başından gidene kadar dövmüş, öylece de bırakıp gitmişti; işte o günlerin gözyaşlarıydı bunlar. Yirmi yıl ötesinden başladığından dolayı Deli Domrul daha çoook ağlayacaktı.
Kuş yine lambanın üzerine konup ötmeğe başladı, gölgeler aka aka, eriye eriye ışığın etrafında dolaştı.
–Nine lambamızın üzerine kuş konmuş.
–Hayır, kadanı alayım hiçbir şey yoktur.
İmir doluktu, ağlamaklı ağlamaklı konuştu:
–Hayır, orada. İşte bak!
–Hı, gördüm, kurbanın olayım şimdi gördüm, ağlama, -Nine, meleklerden bahset.
–Peki, derdini alayım, bir melek sol omzumuzdadır, bir melek de sağ omzumuzda. Biri günahlarımızı yazıyor, biri iyiliklerimizi…
Kapının ağzından Bekil’in sesi geldi:
–Yeter kadın, yeter, böyle şeylerden bahsetme. Konuşa konuşa deli etmişsin çocuğu. Şimdi küfrettireceksin meleğine de, öbürüne de. Bir küçücük çocuktur, melek ne, şey ne, günahtır be…
–Kuşu kovma, Ayyam, o zaman kolum ağrıyor, bırak lambamızın üzerinde kalsın.
Bekil hışımla tükürdü:
–Tüüü! Öl be öl! Ölmen bundan iyidir, büyüyüp de ne olacaksın sen?!
İmir’in ağırlaşan nefesi odaya esrarlı bir şekilde çöküyordu. Odanın karanlığı yavaş yavaş koyulaşıp canlanıyor, alçak duvarlar Bekil’in üzerine yürüyordu. Evin köşelerinden hışırtı sesi geliyordu. Sanki köşelere, toprak zemine çöken karanlık gizli gizli kabarcıklanıp köpürüyor, sonra da bu kabarcıklar hışıldaya hışıldaya açılıyordu. Duyulmayan bir ses hakimdi, Bekil bağrı yarılmasın diye bağırmak istiyordu. İmir’in gözleri iri iri açılıyor, açılırken bir çeşit ses çıkarıyordu sanki. Bekil dönüp lambaya baktı. Işık, toprak zemine doğru süzülerek eriye eriye iniyordu. Köşelerde toplanıp yoğunlaşan karanlıklar hıçkırıp iç geçiriyordu. Bekil’in korkudan içi titredi:
–Kimdi nine o?!
–Domrul’dur. Anlayamadım, girdi eve deminden beri ağlıyor.
–Ağlıyor?
–Hı,