–Hayıır! Vallahi geçiyorlar.
Bekil kalkıp dört tarafa bakındı, hiçbir tarafta atlı görmedi. Acı ve üzüntüyle kardeşine baktı. Küçük, ince yüzü morarıyordu. Daha çok beyaza çalan sarışın saçları tel tel olup dikleşmişti. Menevişli gözlerinde büyükleri bile korkuya düşüren bir sihir vardı.
Çocuklar İmir’e el salladılar. Burası sığır ve koyunların otlatıldığı yerdi. Burayı geçerek Kanık Evi’nin otlaklarına doğra gittiler. İmir’in rüyasında gördüğü gün başlamıştı. Rüyada da bu şekilde büyük Ağlağan Dağı’nın ardından atlılar geçiyordu, çocuklar da böyle geldiler, örenin eteğinden el ettiler. İmir şimdi de rüyadaymış gibi sessizce çocukların ardına takıldı.
–İyi, git oyna çocuklarla, ama erken gel, dedi ağabeyi. Umut, Umut, İmir’e mukayyet ol, başı ağrıyor! diye Umut’un ardından seslendi.
İmir’in bir gün önce gördüğü rüya, alın yazısı gibi bir şeydi. Herkesi çekip kendi istediği tarafa götürüyordu. Bir bölük çocuk otlakların arasında güle oynaya ve farkında olmadan İmir’in bir gün önce gördüğü rüyanın çağırdığı yöne doğru gidiyorlardı. Keçi kulağı, yemlik, kuzukulağı yiyerek, bütün kaygılardan habersiz söyleşip gülüyorlardı. İmir yine rüyadaymış gibi ses falan duymuyordu. Ne kendi sesi, ne de çocukların sesi kendine ulaşabiliyordu. Nasıl güldüğünün, nasıl konuştuğunun farkında değildi. Hayli uzakta Kanıkoğlu Saraç’ın atı bağlanmıştı. İmir atı görünce durdu, dönüp ot kümelerine taraf baktı. Çocukların birazdan otların arasından o kümeliğe doğru gideceği yolu gördü. Sonra otluğun sık bir yerinde Saraç ile Begüm’ün kucaklaştıklarını hatırladı.
–Daha gitmeyelim, dedi. -Saraç emmiyle Begüm teyze orada kucaklaşmışlar.
Umut çocukların hepsinden büyüktü, manâlı manâlı gülümsedi. Mavi gözleri, ıslak mavi boncuk gibi parladı:
–Nerde, nerde? dedi.
–Orada.
Önde Umut, arkada çocuklar itişe kakışa otların arasından kümeliğe doğru gittiler. Umut dönüp sessizce sordu:
–İmir, nereden biliyorsun?
–Gördüm.
–Ama buradan görünmüyor…
Kümeliğe vardılar. Umut otları araladı. Saraç’la Begüm birbirine sarılmıştı. Begüm yarı çıplaktı. Saraç’ın geniş omuzları Begüm’ün göğsünün üzerine çökmüştü. Çocuktan ziyade yeşillik böceği gibi onları seyrediyorlardı. İmir otların arasından rüyasına bakıyordu. Çocuklardan biri Umut’a doğru eğilerek, usulca:
–Saraç emmi, Begüm teyzeyi öldürüyor mu?
Umut:
–Yok bee, dedi, katıla katıla gülmeğe başladı, diğerleri de ona uydu. Saraç’la, Begüm sesleri duyunca irkilip kalktılar…
İmir’in sırtında kamçı izine benzer ince ince sızılar dolaştı. Bütün vücudunu gezip kollarına doğru aktı, ayakları da, kolları da hissizleşti. Yere boylu boyunca yapışarak bakındı, Saraç’ın atını gördü…
Şimdi otluktan bir tavşan çıkmalı, Saraç’ın atı ürküp ipini koparmalı, tepelerin eteği boyunca kişneye kişneye kaçmalıydı…
İmir, dünyanın bu renginden de güzel bir renk içinde bütün bu olanları önceden görüyordu. Saraç’ın atından sanki bir at daha çıkmıştı. İmir’in gözünün önünde ürkmüş, kaçıyor kaçıyor ama yok olup gidemiyordu.
Begüm otların arasından koşarak kendini dereye attı. Yüzü öylesine bir hâl almıştı ki, ağlıyor mu, gülüyor mu, utanıyor mu, yoksa seviniyor mu, bilinmiyordu.
Saraç çocukların tepesinin üstünü kestirdi:
–Kımıldamayın, köpoğulları!
Elinde siyah, püsküllü bir kamçı vardı. Demek ki, sabahtan beri İmir’in vücudunda dolaşan bu kamçının ağrılarıymış. İmir kamçıyı görünce ağladı.
–Beni mi gözetliyordunuz, hıı, kancıkın doğurdukları? Umut’un kolundan yapıştı, Umut çullanıp onun ayakları arasına girdi:
–Vallahi Saraç emmi biz gelmiyorduk, İmir getirdi.
–Kim ulan köpoğlusu?
–İmir, dedi ki, Saraç emmi ile Begüm teyze orada kucaklaşmışlar.
Saraç onu bıraktı, İmir’e doğru yürüdü. Diğerleri kaçıp her biri bir tarafa dağıldı. İmir aşağıdan yukarı doğru Saraç’ın hiddetten köpürüp morarmış yüzüne baktı:
–Atın kaçacak, Saraç emmi, ipini koparacak, bak, bak kaçtı.
Kümelikten bir tavşan çıktı, at ürküp ipini kopardı, kişneye kişneye tepelerin eteği boyunca kaçmaya başladı, -Kalk ayağa, düşman eniği!
Küçücük bir toprak yığınına vuruyormuş gibi İmir’i kamçıladı. İmir’in büzüşerek küçülmüş vücudu sabahtan beridir beklediği bu ağrıları su gibi içine sindiriyordu. Saraç’ın öfkesi dinmiyordu. İmir’i kaldırıp yere çaldı…
İmir yine baktı ki, yemyeşil, kocaman, gökyüzünde, yeşil yeşil karartılara karışıp uçuyor. Su gibi mi, hava gibi mi, yoksa küçücük bir kuş mudur, her nasılsa yumuşak yumuşak, serin serin, gökyüzünde süzülmektedir. Otların arasında kendini gördü. Yuvasının üstünde haykıra haykıra çırpınan bir kuş gibi, o da kendi üzerinde kanat çırpıyordu. Sabah erkenden sürünün yanında uzunluğunu ölçtüğü gölgesi gibiydi. Otların arasında gölge gibi kararıyordu.
Köyde yaygara kopuyordu. Ninesi kapıda dizini dövüyordu. Umut bağıra bağıra, tepelerin arasında, Saraç’ın İmir’i öldürdüğünü demek için Bekil’i arıyordu. Ancak bu bağırıp çağırmalar, haykırışlar, rüyada olduğu gibi şimdi de İmir’e ulaşamıyordu. Su hissi mi, hava duygusu mu, her ne ise, göğün yükseklerinde bütün bunları duymaktaydı.
İmir’den biraz uzakta Begüm ağlamaklı ağlamaklı Saraç’a söyleniyordu:
–Rüyamda kendimi çıplak görmüştüm. Çırılçıplak köyün içerisinden geçiyordum. Götür beni de kendinle.
–Şimdi nereye götüreyim?
–Götürmezsen kendime kıyacağım, artık evimize dönemem.
El ele tutarak otların arasında kayboldular…
Bekil, su gibi terlemiş halde koşup geldi, İmir’i kaldırıp dizlerinin üzerine koydu:
–İmir, İmir, aç gözlerini ağrını alayım, ne oldu?
İmir’in ruhu semanın maviliğine, meranın yeşilliğine, suların aydınlığına, kuşların sesine yayılıyordu. Ancak İmir’in canının kökü bir yerlerdeydi ve bu kökten kopamıyordu. Zayıf, takatsizcesine aldığı nefesten yapışmış sızıldanıyordu. Bekil, daha çok beyaza çalan sarışın saçlarını okşaya okşaya ona sesleniyordu:
–İmir, İmir!
Hürü kadın da dizlerini döve döve koşup geldi:
–Bazusunun yukarısını sık, yukarısını sık, dedi.
Kendisi İmir’in koltuklarının altından tutup ovarak kolundaki atar damarı tutup sıktı. Bekil su için dereye doğru koştu,