Devam etmeyip de ne yapacaktı? Moskova’da doğup büyüyen Venera ile küçük Vika’sını düşünecek olursa hemen yola çıkmaya hazırdı. “Sonunda gideceğiz. Hocam laboratuvarında çalışmak üzere beni işe alacak. Araştırıp ortaya koyacak daha çok şey var.” diye kendisini teselli etmeye çalışıyordu. O günden beri de çok şeyler yaşanmış geçmişti.
Umudunu kaybetmek üzere olsa da bir şekilde tutunmaya çalıştığı dönemlerdi. Noel, Tarihî ve Medenî Anıtları Koruma Kurumu’na gelmişti. Buranın patronu Ikas idi. Noel, kendi çalışma planını, ileride yapmayı düşündüğü işleri ardı ardına sıralayıverdi. Patron ilk önce kafasını salladı, sonra güzel bir kahkaha attı. Güldükçe koltuğa zar zor sığan göbeği sallanıyordu. Bir kendisi bir göbeği gülüyordu.
“Noel, yavrum!” demişti sonra güzel güzel. “Siz yetenekli, genç bir bilim adamısınız. Önünüzde parlak bir gelecek var. Hatta sizi yanı başıma işe de alacaktım. Fakat malesef, bizim kurum, yeryüzünde devrilmeden ayakta kalan heykellerle ilgileniyor sadece. Onların da devlet çapında önemli olup olmadığını araştırmakla uğraşırız. Çok eski olanları ve lazım görülenleri kayda geçirip bütçeden ayrılan parayla restorasyon yaparız. Bunun dışında, toprak altında kimler var, yaşarken neler başarmışlar, böyle şeylerle bizim işimiz olmaz. Belki de Kazak halkına yararı dokunan biridir. Kim bilir? Dedim ya, yardımcı olmak isterdim, ama elimden bir şey gelmez.” dedi.
Bir daha da ağzını açıp bir şey söylemedi. Noel, koltuğa bir an sığar gibi olup sonra dışına taşan komik göbeğe sinirle baktı, biraz bekledi, kapıyı çarparak çıkıp gitti. Bahçede sigarasını yaktı. O sırada, uzun boylu, parlak siyah gözlerini gam sarmış esmerce genç bir delikanlı ürkek adımlarla yanına yaklaştı.
“Merhaba Noel ağabey.” dedi. Kendine yakın bulmuş olacak ki, iki elini uzatmıştı.
“Merhaba.”
“Affedersiniz, çoktandır sizinle tanışmayı hayal ediyordum. Adım, Dauren.”
“Dauren? Kimsin, nerede çalışıyorsun?”
“Şu, Ikas Beyin yanında. Gece bekçisiyim.”
“Senin gibi genç delikanlı… Niye bekçilik?”
“Ana–babamı erken yaşta kaybettim. Köyde doğmuşum, Atıraua şehrinde kimsesizler yurdunda yetiştim.”
Genç delikanlının gözleri dolmuştu. Daha sonra ucuz bir sigara çıkartıp yaktı. Anasının sütünü emer gibi, üst üstüne çekerek içmeye başladı. Efkarından kimsesiz olduğu belli oluyordu.
“Ağabey, bu kurumun ekmeğini yemeye başlayalı yaklaşık bir sene kadar oldu.” dedi yine kendine güvenen bir şekilde.
“E-e-e, yani…”
“Söylemeye çalıştığım şey, Ikas Bey’den hayır beklemeyiniz. Onun Mahambet’in şiirlerini araştırmakta olan kızı var. Çok akıllıdır. Adı, Ayım. O da sizinle tanışmayı çok istiyordu.”
“Evet, geçmiş günlerin hayali… Bozkırdaki serap gibi parça parça olup tükenip gider mi ki?”
Akrabalarından uzakta, aç kokarcalar gibi iki büklüm gezmek canını çok acıtmıştı. “Taşınalım, gözlerden ırak bir yerlere gidelim, kimsenin bulamayacağı yerlerde kaybolalım. Bundan sonraki hayatımızda görmediğimiz tek yer Almatı olsun.” diye eşi de sayıklamıştı. Öyle demesinin de bir sebebi vardı. Yine Noel’i şikayet etmişlerdi.
“Eski kurgan ve mezarları kazıyor. Altınları, gümüşleri, çuvallara dolduruyor. Bulduğu hazineleri işbirlikçileriyle birlikte karısının İsrail’de yaşayan akrabalarına yolluyor.” demişlerdi. Bu şikayetlerin üzerine müfettişler hemen harekete geçip baskın yaptılar. Dairesini aradılar. Köşe bucak her tarafı talan ettiler. Bütün hazinesi, eşinin parmağındaki nikâh yüzüğüydü. Evdeki eşyalar ise bir tek kanepe, masa, beş altı sandalye… Bu görenler utanıp dışarı fırlamışlardı.
“Biraz sabredelim. En azından Kazak halkının önemli bir şahsiyetinin baş kısmını oluşturayım, yüzünü ortaya çıkarayım. Onu kendi halkına kavuşturayım. Evlâtlık görevimi yerine getireyim. Yoksa bir tek gümüş kâseyi alıp nasıl gideriz? Moskova’lılar ‘sadece orta halliler ekmek kazanır’ derler. Biliyorum ya onları. Dünyayı iğnenin gözünden bakar gibi incelerler.” demişti. İkna olmadılar. Sonunda babasından kalan bir odalı daireye taşındı. Vika’sını Moskova’daki okula yerleştirip geri döndü. Böyle sıkıntılı dönemlerden geçtiği günlerden birinde bir telefon geldi:
“Yavrum Noel, iyi misin?” demişti kulağa hoş gelen bir ses. “Ben, Alimcan Saktayev ağabeyin. Doktorluk yapıyorum. Amatör tarihçiyim de aynı zamanda. Senin başarılarını ayrıntılarıyla biliyorum.”
“Teşekkür ederim, ağabey!”
“Küçük olsun büyük olsun, bazı başkanların sana karşı soğuk tavırlarını fark etmekteyim. Geçici şeylerin vuruşu her zaman serttir, biliyorum. Fakat neticesizdir. Ebedi değilse… Sana söylemek istediğim, seninle görüşmem gereken büyük bir iş var.”
Ertesi gün Gorki Parkı’nda buluşmak üzere anlaştılar. Oraya zamanından önce gitmişti. Beklerken zihnini sarmaşık gibi saran düşünceler, yakasını bir türlü rahat bırakmıyordu. “Bu da kim acaba? Bunaldığımda bulduğum bir destekçi mi? Yoksa… Zamansız baskın yapan sorgu hakimlerinden biri mi? Onların konuşmaları da pek yumuşaktır.” diye düşünüyordu.
“Yavrum, Noel!”
Karşısında orta boylu, biraz kilolu, elma yanaklı, kırmızı tenli, merhamet dolu gözlere sahip bir adam duruyordu. Aniden dönüp bakmıştı. Gülümseyerek kucağını açıverdi. Alimcan ağabey, parkta dolaşırken Mahambet’in şiirlerini ezbere söylüyordu. Yüreğine dokunan hep yanık şiirlerdi bunlar. Kavuşulmayacak hayaller de, ruhuna gizlediğin hüzünler de, tükenmeyen umutlar da, yeri doldurulmayacak pişmanlık da o şiirlerde gizliydi. Utanmayı bir kenara bırakıp gözyaşlarına boğuldu. Küçük bir halkın önderi olmak yerine, birçok kişinin sevdiği biri olmak daha iyiymiş ya. Ah, bu dünya!
“Şairin mezarı bulundu. Sade bir tepecik halindeymiş.” dedi Alimcan konuşmasını sürdürerek. “İlgili kurumlardan izin aldım. Kabrini açsak. Ruhunu rahatsız etmeyiz sanırım. Zamanın var mıdır, yavrum? Yardımına muhtacım. Hayattayken eski atamın gerçek görüntüsünü görmeyi arzuluyorum.”
O akşam bütün gece Mahambet rüyasına girmiş, onu bir türlü rahat bırakmamıştı. Sanki askerleriyle Kobda topraklarındaki çatışmadaymış gibi olmuştu.
Kalabalık askeri Elek Nehri üzerine indirmişti. Kendisi otuz kırk nöbetçisiyle etrafı kolaçan etmeye çıkmıştı. Mahammet ve İsatay Rusların işgaline karşı ayaklanmanın lideriydi. Pusuya