“O zaman, Kazaklar için yaptığınız onca güzel çalışmanın neden karşılığı yok? Neden herkes sizden kaçıyor? Hangi suçunuz için memleketten uzaklaştırmak istiyorlar? Bizim huzurumuzu kaçıran da bunlar. En azından Dauren ile ikimize anlatın. Bilelim, gönlümüze saklayalım.”
Düşüncelere dalan Noel’in yüzü tekrar solgunlaşmıştı. Dağ tepelerine doğru uzanan çam ağaçlarını tek tek sayar gibi zirvelere doğru göz gezdirdi. Islık çalarak derin bir of çekti.
“Anlatayım. İkinizden başka güvenebileceğim kimsem kalmadı.” dedi daha sonra. “Bütün azabın başı, Saka kurganı, gümüş kâse ve oradaki çivi yazısından dolayı başladı.”
“Ben de senin gibi olmuştum.” diyen Dauren, bir şeyler mırıldanmaya başladı.
“Evet, öyle. Gerçekten, ben arkeolog değilim. O zaman benim günâhım nedir? Bulduğum ganimeti saklamalı mıydım? Her şeyi başlatan kendi akrabalarım. Her yerde beni kötülediler. Huzurumu kaçırdılar. Hatta hırsız, düzenbaz diye küfürler yağdırdılar. Gerasimov olmasaydı…”
“Ah, benim de öyle bir hocam olsa keşke.” dedi Ayım da heyecanlanarak.
“Büyük şahsiyettir! Uluslararası İlmî Konferanslarda ‘Kâsedeki yazılar kutsaldır. Hatta meçhul bir duadan bir parçadır. Belki de devamı başka kâselere yazılmıştır. Onları bulmadan bizler bu felsefî düşüncenin tam olarak anlamını çözemeyiz.’ diyerek söylentilere son vermeye çalışmıştı.”
“Arasak ya. İkinci gümüş kâse hangi kurgandadır acaba?”
Noel, omuzunu bükerek epey oturdu.
“Bilmiyorum.” dedi, daha sonra kuşkulu bir sesle; “Fakat yüreğim hissediyor. o Kazak topraklarında değil. Dünyanın neresinde gömülü olduğu belirsiz. Amerika’da mı, Meksika’da mı, Peru’da mı? Kim bilir?”
“Bundan sonra kurgan kazacak olursanız bizi de götürün.”
“Yanınızda olalım. Yükünüzü paylaşalım. Kürek, küskü taşıyalım.”
“Teşekkür ederim. Nasip olursa. Fakat artık Kazakistan topraklarına kürek vurmayacağım galiba.”
“Darıldınız, normal.”
“Dargınlıklar içime sığar ama kardeş dediğin bir türlü sığmak bilmiyor. Bu ise uzun hikâye. Sonunda bir kitap yazacağım. İşte, o zaman anlarsınız. En acısı da Karoy arkada kaldı. Bizleri umutlu gözlerle yolcu eden Kurak ihtiyar… Beni âdeta melek gibi koruyan Alimcan ağabey… Ne yapayım, nasipsizlik!”
“Kurak dedenin yanında büyümüştüm.” dedi Dauren sohbeti sürdürerek. “Sizleri karşılayan o ihtiyar değil mi?”
“Evet, Kureken olmazsa bu Kazaklar’ın eli boş kalırdı.” diye Kurakeke sözlerini Kureke diye kısaltıverdi.
“O gidişinizde kurukafasını Almatı’ya alıp getirdiniz mi?” diye sordu Ayım gözleri dolarak.
“Evet, alıp döndüm.”
“Heykelini yapmak ne kadar sürdü?” diyen Dauren biraz şarap doldurdu.
“Topu topu beş altı sene.”
Noel sigarasını yakmıştı. Düşüncelere dalmış, sigara dumanını havalara üflüyordu.
“Ozanın cesur ve saf bakışlarını, dışarıya yansıyan hiddetli gücünü, hepsini yüz defa, tekrar tekrar yaptım. Sonunda tamamladım. İddaya girerim ki Mahambet yaşarken yüzü tam da benim yaptığım heykeldeki gibiydi. Rabbim can üfleyecek olsaydı konuşmaya bile başlardı.”
“Sonraki nesiller size çok şey borçlu.”
“Bilmiyorum. Güvenim yok. En azından ‘Ulu ozanın yüz şekli böyle miymiş?’ diye merak eden, şaşıran, benimseyen bir kişiyi görseydim keşke. Bütün iş birer poster çıkarmakla sona erdi. Gerekli yerlere teslim ettikten sonra heykel yapamadım. Akıllarda kalacak küçücük bir makale bile yazılmadı.”
“Yakında Moskova’ya gitmeyi düşünüyorsunuz.”
“Kurukafasını kime bırakacaksınız ağabey?”
“Bilmiyorum.” dedi Noel ikisine bakarak. “Kurak ihtiyara mektup yazmıştım, haber gelmedi. Alimcan ağabey ise vefat etti. Çok iyi birisiydi. Kendi ellerimle götürüp Karoy’daki mezarına gömsem, düzenbaz birileri çalıp götürür diye korkuyorum. Olay üstüne olay çıkartmak isteyenler az mıdır? Vilayetin kültürlü ve bilgili yöneticisi de görevden alınmış. Yerine gelen kimse anlayışsız biri. ‘Mezar karıştır diyen ben değildim. Uzak dur. Mahambet’in kurukafası olmadan da işimiz başımızdan aşkın zaten.’ diye, yanına yaklaştırmıyor.”
“Ayıp etmiş.”
“Bir halk değil miyiz?”
“Ailem Moskova’da. Yeni proje hazırlayan Gerasimov ise gel de gel diye sayıklıyor. Bundan sonra durup bekleyecek halim yok. Bizim durum böyle, arkadaşlar. Karanlık çöktü. Hava serinledi. Şehre dönelim.”
Akşamleyin dairesine girer girmez telefon çalmaya başlamıştı. Venera’ydı.
“Hocan acele ettiriyor. Yurt dışına gideceğin zaman yaklaştı. Çabuk dönsün diyor.”
“Ulu şahsın başı…”
“Aman, bu baştan çekeceğimizi çektik ya.”
“Moskova’ya getirsem nasıl olur?”
“Tek odalı daireye mi? Yine sarılıp yatmayı mı düşünüyorsun?”
“Şimdi…”
“Bunca emeğine karşılık kucak dolusu para veya ödül mü aldın sanki? Ne işine yaradı? Fırlatıver bir kenara!”
Sabahleyin omuzuna eskimiş deri çantasını astı, Kültür ve Bilim Bakanlığı’nın halkla görüş gününe gitti. Sırası gelince büyük odanın içinde epey yürüyerek bakanın pamuk gibi yumuşacık ellerini tuttu. Resmî olarak hal hatır soruldu.
“İş istemeye gelmişsinizdir. Bakanlıkta şu aralar boş bir kadro yok.” dedi kabarık alınlı bakan, kara burnunu sağ yanına doğru çekerek. “Hatta kimi aratsanız da yardımcı olamayacağım.”
“Hayır, ben sizden iş istemiyorum.” dedi Noel, soğuk bir şekilde. “Mahambet Ötemisov hakkında, danışmak istemiştim.”
“Mahambet?” dedi bakan kabarık alnını kırıştırarak. “Haa, şu şey mi ya?”
“Gerçekten bilmiyor musunuz?”
“Hangi bakanlıkta çalışıyordu? Ne lazımmış ona?”
“Siz lafı dolaştırmayın!” dedi Noel direkt lafını keserek. “Ben Kazak halkının ulu ozanından bahsediyorum.”
“Onun benimle ne ilgisi var?” diyen bakan, koltuğundan fırlayıverdi. “Niye bu kadar sinirleniyorsunuz?”
Noel eskimiş deri çantasının ağzını açtı. Bakanın tam önüne ozanın sertleşmiş kurukafasını koyuverdi.
“İşte, sizin bakanlık personeli sandığınız Mahambet. Bir şiirini bile okumamışsınız meğerse.”
Kurukafayı görür görmez korkuya kapılan bakan, ne yapacağını şaşırdı. Bir an yardımcısını veya korumalarını çağırmak istedi. Fakat bu düşüncesinden çabuk vazgeçti.
“Ne