“Akılda üstün olan büyüklerim! İşte, bu değerli şahsiyetlerin naaşları nerededir? Ortalığı ayağa kaldırıp arayalım. Buluruz herhalde. Kafa yapısını ortaya çıkardık mı tamam. Hemen çizeyim. Yüzlerine nurlu şekil kazandırayım. Daha sonra ortaya çıkan bu şekilleri resmedip gururla kitaplarına ekleyelim. Güzel bir şekilde kilimlere, görsel araçlara basıp işleyelim. Sonraları o şekiller heykele dönüşür.” demişti.
Âdeta saksağan gibi çeneleri kapanmayan kişiler bu sözleri duyunca, köşe bucak kaçışıp ortalıktan kaybolmuşlardı. Kendisi ise ne yapacağını şaşırmış bir şekilde ortada kalakalmıştı. Meğer öyle davranmalarının bir sebebi varmış: Çünkü onlar sadece Kazak halkına ait olan önderlerin kaleme aldıklarını araştırmışlar. Araştırmalarını savunup, bilim adamı ünvanları almışlar. Birbirlerini övüp yüceltmişler. Yüksek dereceler kazanmışlar. Dizginleri ele geçirmişler. Nafakalarını temin etmişler. Fakat bütün bunların yanında, o büyük tarihî kişiler nerelerde can verdi, kellelerini hangi kuzgun gagaladı, haberleri bile yokmuş. Üstlerine gidildiğinde ise felâket zamanlara lânet yağdırıp durumu idare ediyorlarmış.
“Daha kimlerin kemiklerinin parçalarını toplayalım?” diyen saçları ağarmış bir akademisyen, köstekli at gibi sıçramış, “Yapma canım, sen işine gücüne bak. Uzak dur. Bizler in kazacak köstebek değiliz. Madem o alanda eğitim almışsın, git, hayrını gör.” demişti.
Noel de en sonunda, cilalı meşe kapılarını kendisine istemeyerek açan kurumların nicelerine kalbini kapatmıştı. Ardından Talgar tarafındaki bir kurgana geldi. Yere çöken buğra gibi bir yanına yaslanmış buldu kurganı. Burası daha önce kazılmamış, soyulmamış olduğundan, içinde bütün sırlarını saklamış gibiydi. Pat diye küreğini indiriverdi. Yüzeydeki yumuşak topraklar, kolayca kazılmaya başladı. Sadece iki üç kürek boyu inmişti ki, tepeciğin ufak beneklitaşları gözüktü. Kuşluk vaktinde yanına ulaşmış iki yardımcısı, Vova ile Malik de oradaydı. Bu ikili, Almatı’da aynı sokakta yan yana büyüyen arkadaşlardı. İşsiz kalıp boş gezdikleri bir dönemde, karşılarına böyle bir fırsat çıkmıştı.
“Söylemedi deme, burada altın bulursan bizimle paylaşacaksın.” dedi sürekli ter içinde gezen Vova.
“Çoluğumuz çocuğumuz aç. Eğer vermezsen, zorla alırız!” dedi Malik bir deri, bir kemik kalmış haliyle.
Elbette, bu arkadaşların arasında olağan şakalaşmalardan biriydi. Çalışmaya devam ediyorlardı. Çökmüş buğra gibi bir yanına yaslanmış olan kurgan, sadece ilk bakışta kolay lokma gibi görünmüştü. Üçü üç taraftan kürek indiriyor, kulaçlıyor, bütün kuvvetleriyle çabalıyor ve küskülerle vuruyorlardı ama bunlara rağmen, henüz hazineye ulaşamıyorlardı.
“Hey! Dağları boş bulmuşsunuz, tepeleri eşeleyip ne yapıyorsunuz? Hırsız mısınız? Şehir serserisi misiniz?” dedi dar alınlı, benek yüzlü sıradan bir ihtiyar. Bir yandan da kamçısını sallıyordu. “Hemen şimdi hesap verin. Yoksa sizi içeri attırırım.”
Vova ile Malik gerçekten de ne yapacaklarını şaşırmışlardı.
“Savaş döneminde bir grup serseri, keşif grubuyuz diye geldi. Kurganların hepsini açtı, bütün hazinelerini soyup soğana çevirdi. Siz de onların devamı mısınız? Haydi, itiraf edin gerçekleri! Yoksa…”
Yabancı bir Kazak ihtiyar, kamçısını sallayıp hesap sorunca, Noel oturduğu yerden kalktı.
“Aksakal, endişelenmeyiniz. Biz özel izni olan kimseleriz. Şu, benim pasaportum. İnanmıyorsanız, bakabilirsiniz.”
Atından inmeden diklenmekte olan ihtiyar, pasaporttaki yazıları heceleyerek okudu ve irkildi. Derhal atının üzerinden atladı.
“Allah’ın lânetlediği kafaya bak işte! Göz göre göre kimi tanımıyor. Vah vah… Şimdi anladım, sen Kazakistan’ı yöneten Jumabay Şayahmetov ağabeyimin ardında kalan tek evlâdıymışsın. Moskova’da okuyor, diye duyardık seni. Gel bakalım buraya. Bir sarılayım sana.” diyen o ihtiyar, Noel’e kucağını açtı. “Biz Jumabay ağabeyim ile akraba sayılırız. Birçok iyiliğini gördük. Rahmetli çok mütevâzi biriydi. Tek oğlunu yer kazanların okuluna verdi. Moskova’da olduğunu söylediklerinde büyük başkan olarak dönecektir dedik. Bizlere destek olacaktır diye umduk.”
Dar alınlı, benek yüzlü sıradan ihtiyarın gözleri mi yaşardı yoksa burnu mu aktı bilinmez, durmadan yüzünü silmekle uğraşıyordu.
“Buranın Saka devrinden kaldığını söylerler çocuklar. Akşam olmak üzere. Eve gelin. Kardeşimi bulmuşum, bir toklunun kellesini kemirtmeden göndermem. Gelin. Yarın ola hayrola. Kurgan bir yere gitmez…”
Ertesi gün sabah serinliğiyle işe koyudular. Çok geçmedi, on kadar köy delikanlısı ellerine birer kürek alıp yardıma geldi. Bu da toklu kellesi ikram eden o ihtiyarın işiydi elbette… Onları sabahleyin bağırarak uyandırmış, yardıma göndermişti. Eski dostunun hatırına…
Kuvvetli delikanlılar durur mu, her yandan oyuklar açtı, kısa sürede kurganın altını üstüne getirdiler. Kazdıkları çukur derinleşip lahite yaklaştıklarında Noel’in yüreği ağzına geldi.
“Daha da hızlanalım. Fakat bu bizim düşündüğümüz gibi değil anlaşılan. Daha erken dönemlerde soyulmuş bir kurgana benziyor.”dedi.
Hocası Gerasimov ile ikisi birkaç sene evvel Ukrayna’da Saka kalıntılarının olduğu Zaporojiye’de tam da bunun gibi bir kurganı kazmışlardı. O zaman da buradaki gibi insan ile at kemikleri karışık, darmadağınık gömülmüş haldeydi.
Köy delikanlıları, iyice yıpranıp sertleşen atın kurukafasını çıkartıp duvara dayadılar. Boyun kısmına çocuk kafası sığacak gibiydi. Yürük atın ta kendisiymiş. Kaba yeleleri çürümemişti. Bütün olarak çıktı. Bir kürek boyu kadar derinlikten kucak dolusu kuyruğu da bulundu. İnsan kemiği ise toz haline dönüşmüş, darmadağın olmuştu. Silâh falan yoktu. Altını üstüne getirerek aradıklarında buldukları tek şey, bir gümüş kâseydi. Kenarında birbiri ardına sıralanmış çivi yazısı bulunuyordu. Bulunan tek şey, buydu. Üç kişi, tek bir gümüş kâse ile Almatı’ya yola çıkmadan köy delikanlılarına teşekkür ettiler. Altın bulacağız, gümüşe gark olacağız diyerek, eğerinin terkisinde iki büyük çuvalla gelen, dar alınlı, benek yüzlü ihtiyar, serseri soyguncuları mı, şansı yaver gitmeyen akrabasını mı, yoksa oğlunu doğru düzgün okula vermeyen akrabasını mı suçluyordu bilinmez, bir şeyler mırıldanarak küfürler yağdırıp, kırları aşıp gözden kaybolmuştu…
Telefon çalıyordu. Noel, uyur uyanık bir halde elini uzattı. Karşı taraftaki kadın, onun uyku sersemi olmasına aldıracak gibi değildi.
“Venera… Dedim ya… Uygun kuruma teslim ettikten sonra uçağa binip geleceğim.”
“Kızın üniversiteyi kazandı. Ama bu seni ilgilendirmiyor sanki. O kelleye sımsıkı sarılıp otur o zaman orda.”
“Venera müjde!” diyerek konuyu değiştirmeye çalıştı.
“Kâsedeki çivi yazısını bilim adamları okuyor.”
“E-e-e.?”
“‘Ben de senin gibiydim.’ gibi söz. Anlamı ne büyük? Nasıl bir felsefe değil mi? Fakat, kısa olmuş. Şimdi de onun devamını aramam gerekir.”
“Felsefeyi bırak. Ne zaman döneceksin?”
“En fazla bir hafta sonra.”
“Yine bir seneye uzamasın.