“Ama kim kendinin tam olarak doğru yoldan yürüdüğünü iddia edebilir ki? Küheylan bile yoldan kenara çıkınca binicisini başka bir yöne götürür. Ya ben? Ben? Benim küheylanım nerede, atım nerede? Benim bir küheylanım yok, atım yok, benim eşeğim var… Ben kendimim eşek. Her şeyiyle insana benzeyen iki ayaklı bir varlık sırtıma binmiş ve biz bilinmeyen bir yere doğru tırıs tırıs gidiyoruz.”
Kafası çatlayacaktı. Yaşlı adam başını elleriyle sıktı ve nasıl olup da diz çöktüğünü kendisi bile fark etmedi.
“Allah’ım”, diye göğsünün derinlerinden bir inleme çıktı.
Büyük kargaşa yıllarıydı…
Çoğu insan Kulundu’ya, Çin’e ve daha başka yerlere sürüklenmişti. İnsanlar kaçıyor, Kazakistan’ın kızıl kumlarında kayboluyorlardı… Aptalca, ürkütülmüş saygak1 sürüleri gibi kaçıyorlardı.
İnsanlar neden kaçıyorlardı, neden korkuyorlardı? Kaçıyor, bağırıyor, gürlüyor… Kendi kendilerini kışkırtarak koşturuyorlardı, sanki gürültü ve bağırtı birer kurtuluş aracıydı.
Yaşam emaresinin görülmediği bozkırın başı üzerini boğucu sıcaklık kaplamıştı, bozkırın yakıcı şilde2 günleriydi, bu günlerde her nefes alışta hava insanın göğsünü yakarak delip geçer.
Kimse yok…
Ama hayır… İşte orada, uzaklardaki yalnız tepenin başında bir atlı göründü. Atını durdurup etrafa göz gezdirdi; karşısında kuru, sapsarı, güneşin ezdiği çöl uzanmaktaydı. Bütün yaz boyunca tek bir damla yağmur yağmamıştı. Kudaybergen kızıl atını her ne kadar zapt etmeğe çalışsa da, tay durmuyor, sürekli ileriye koşmak için çabalıyordu; daha kısa süre önce yarışmalarda ödüller alan (öyle miydi?) kızıl küheylan şimdi ürkekçe koşabilir miydi?
Atlı adam bir daha dikkatlice etrafa baktıktan sonra batıya, Jalgızbiik’e doğru yöneldi, dağın yamacına varınca da atını yavaşlattı, eğerin kaşından torsık’ı3 açıp eline aldı. Kımız katı, yağlı ve iğrenç denecek kadar sıcaktı, ama yine de içti; susuzluğu bir biçimde yatıştırıldı ama ağzının içine sanki katı bir yapışkan sürüldü.
Dar bir derenin içinde Kudaybergen attan indi. Dizginleri çıkarttıktan sonra, kolanları gevşetti, ama eyeri almaya cesaret edemedi. Çölün ortasında bir başına bitmiş olan karaağacın altında kurumak üzere olan bir pınar gördü. Suya yumuldu, ama su çok sıcaktı, kusmak istedi. Daha sonra tiksintiyi yenerek yine içti… Kokmuş suyun içinde haşere kaynaştığını fark edinceye dek içti.
Sık otların arasına dalarak, kepeneğini yere serdi ve uzandı. Unutmak… Yorgunluğu unutmak, yolların yıprattığı vücudun acılarını unutmak, onu bu yanık ve çıplak çöllerde kovalamakta olan korkuları unutmak. Unutmak.
Uyudu.
Yolcu bir de güneş battıktan sonra uyandı. Dirseğine yaslanarak etrafı gözledi, çölün sessizliğini dinledi. Ayağa fırladı, kurumuş dudaklarını yaladı, yeniden pınar başına geldi. Su hissedilecek kadar soğumuştu. Uzun uzun ve açgözlülükle, arada bir haşereleri tükürerek içti. Başını ıslattı, boynunu, ellerini yıkadı. Atını tekrar dizginledi, kolanları sıkıştırdı ve yola koyuldu.
“Allah’ım benden şansı esirgeme.”
Karanlık, tam anlamıyla hırsıza yarayan bir geceydi. Gökyüzünü kara bulutların kaplamış olduğunu Kudaybergen ancak şimdi fark etti. Batı yönünden taze bir rüzgâr esmekteydi. Atını yarın altına çekti, yabancı gözlerden sakınmak gerekirdi.
Artık iki aydan beri bozkırda saklanıyordu ve bugün ilk defa atın yönünü evine doğru çevirmişti. İnsan kendi evine gizlice gelmemelidir. Bundan daha öte bir aşağılanma olabilir miydi? Neden bu dünyada yalnız değilsin? Sonsuz bozkırlarda yaşar, aynen senin gibi serseri çerçöplere, kuru ve acı otlara karışarak bozkırlarda sürünürdün. Ama senin evin var ve bu ev yanı başında olduğu sürece sana rahat yok.
Yavrularının kendisine doğru nasıl koştuklarını, sevinçten solukları kesilerek: “Ake!, Ake!4” diye nasıl bağırdıklarını korkulu rüyalarında üç kere görmüştü. Ve at onu eve doğru götürdü.
Sık erkeçsakalı çalıları arasında yağmura yakalandı. Batı yönünü takip ederek atı dörtnal koşturdu. Obanın rüzgâr alan tarafından girmek istedi. Küheylan sahibinin niyetini mi anladı, evin yakınlığını mı hissetti nedir, daha güvenle koşmaya başladı.
Atı çalılıklar arasında bıraktı ve obaya yayan yürüdü. Çadırı en kenardaydı. Çadırın yanına geldiğinde eğildi, artık kaçıncı kez etrafı dinledi, obanın köpekleri sessizdi; yağmur mu, rüzgâr mı yoksa tembellikleri mi, neyse insan kokusu almalarını engellemişti.
Yalnız eli çadırın kapısına dokunduğunda tazı ayaklarına dolaştı, şirinlik yaptı, sızlandı.
“Ss-ss.”
Kudaybergen bir elini babacan bir tavırla tazının başına koydu, diğer eliyle kapıyı itti. Kapı açılmadı, anlaşılan içeriden sıkıca kapatılmıştı.
“Aklime” diye fısıldadı: “Aklime.”
Evden hışırtı sesi duyuldu.
“Kim o? Kim?”
“Ben”, Kudaybergen sesinin titrediğini hissetti: “Sessiz ol Aklime.”
Aklime kapı kayışının düğümünü telaşla açtı, dışarıdaki adam ise onun hareketlerini hissediyor, kadının heyecanlandığını, sevindiğini ve endişelendiğini fark ediyordu.
Kudaybergen içeri girince bir daha etrafa göz gezdirdi ve yalnız bundan sonra karısına doğru yürüdü, onu kucakladı; karısı da tamamen ıslanmış, yıpranmış kocasını kucakladı ve hüngürtüyle ağladı. Gözyaşlarından ve heyecandan titriyordu:
“Yaşıyorsun! Yaşıyorsun sen! Büyük Allah’ım.”
“Ağlama Aklime, ağlama”, kendisini kucaklayıp öylece kalmış olan kadınını şefkatle okşadı.
Şimdi kendi evinde sırtındaki kepeneğini çıkarabilecek, ama neden anlaşılmaz ve küt bir acı kalbini deliyor, neden gözleri yaş doluyor? Acıklı, utanç verici gözyaşları… Zaafiyeti üzerinden atabilmek için omuzlarını silkti, göğüs dolusu nefes aldı.
Karısı onu tekrar kucakladı, acıklı ve aç bir yalnızlıktan yakında geçici de olsa kurtulma duygusunun verdiği heyecan sıcak bir dalga gibi adamın vücuduna çarpıp geçti.
“Seni çok özledik, gözlerimiz yollarda kaldı.”
“İçecek bir şey ver, boğazım kurumuş”, karısının kolları arasında hâlâ titremekte olan Kudaybergen beklenmedik bir kabalıkla söyledi.
“Vay, gidim bir şeyler getireyim.”
“Çocuklar nasıl? Sağlıklılar mı? Uyuyor benim kuzularım” yüzünü çocuklara dönen