MİL
…Kursa başladığım ilk gün öğleden sonra saat ikide söylenilen yerde olmalıydım. Sanki diken üstünde oturmuştum. Evden erken çıkmıştım gecikmeyeyim diye. Erken varırsam yakınlarda biraz vakit geçirebilirdim. Binamızın karşısında kara bulutlarla kaplı gökyüzü karşıladı beni. Hava o kadar yoğun bulutlarla kaplanmıştı ki gökyüzünde mavi rengin görüneceğine inanmak güçtü. İçim sıkıldı. İşimin ilk günü böyle bir ruh haline bürünmek hiç hoşuma gitmedi. İçimden eğitime bile gitmemek geçti. Olumsuz duyguları bir kenara bırakıp gücümü toplayıp yola çıktım. İki otobüs değiştirip adrese vardığımda saat ikiyi gösteriyordu.
Eğitim yeri ücra köy meydanlarındaki eski postaneleri andırıyordu. Çeçenistan’da tatilde olduğum zamanlar yaşadığım evin yolu postane binasının karşısından geçtiği için bu karşılaştırmayı yapıyorum. Yaşadığım mahallede bütün evler moloz taşlardan yapılmasına rağmen sadece postane binası yüksek tavanlı ve sokağa bakan kısmı çimento ile sıvanıp küp şeklinde kare kazınmıştı. Moskova da ise benim dediğim yüksek binaların çevresinde sadece bir alçak bina vardı. Demir kapıdan içeri girdiğimde beni rütbeli polisler karşıladı. Belgelere baktıktan sonra üstümü başımı arayıp içeri aldılar. Tahminen elli metrekarelik bu binanın arka tarafında olan kapı uzun bir koridora açılıyordu. Gözetim altında bu koridora geçip beş katlı binaya çıkıyorduk. Burada sıkı bir rejim altında eğitime başladım. Öğle yemeğine kadar tarih, Fars dili, Safeviler, Afşarlar, Kaçarlar, Türk hanedanlıkları dönemine ait medeniyeti, siyasi yönetimi, saray çekişmelerinden haremlerdeki ilişkileri ve ülkedeki mevcut durumu öğreniyorduk. Tahran halkının günlük davranışları ve yemek alışkanlıkları, giyim tarzı, oradaki modern mutfak, televizyon kanallarında kullanılan son model kameraların kullanımı, montaj işleri günlük ders saatlerime dahil edildi. Yorucu bir şeyle karşılaşmıyordum. İhtiyaca göre sabah kahvaltısını ve öğlen yemeğini eğitim merkezinde yapıyordum. Aşçı kadın ilk defa odama telefon edip “Sübhaneyi- şoma hazır est”39 dediğinde şaşırmış ve gülmüştüm.
Öğle yemeğinden sonra ise spor, kendini koruma yöntemleri, takip edilmenin nasıl tespit edileceği, takiplerden kaçmak, evde değilken yabancıların daireye girip girmediğini bilmek için eşyalara işaret koymak gibi dersler alıyordum. Bütün bunlar ilgimi çektiği için ödevleri hevesle yapıyordum. Keskin hafızam ve dikkatli yaklaşımım bana çok yardımcı oluyordu. Öyle ki hiçbir şeyin ikinci defa izahına gerek kalmıyordu. Ama haddinden fazla yoruluyordum.
Birinci gün eğitimden sonra ayaklarımı sürüye sürüye binadan çıktım. Bundan sonra beni evden araba alacak, eve araba bırakacaktı. Hâlen daha adını, hangi devlet kurumuna tabi olduğunu bilmediğim bu mekânın arka kısmında büyük bir avlu vardı. Oradan arabaya binip eve gittim. Şoför adresi bildiği için yola kendisi koyuldu, varana kadar tek kelime etmedik. Arabadan indiğimde birkaç saat önce kapalı olan gökyüzü nispeten açılmıştı. Ama kışın gelişiyle çabuk kararan hava bugün bana daha karanlık görünüyordu. Hafif rüzgâr yüzüme çok soğuk etki ediyordu. Araba yolundan binamızın karşısındaki küçük meydana geçtim. Etraftaki sokak ışıklarını gündüzleri de söndüren olmadığı için onların zayıf ışığı havanın alaca karanlığına karışmaya başlamıştı. Bu bulanık manzara insanın zihnini hiç açmıyordu. Biraz ileri gitmiştim ki karşıdaki gölet dikkatimi çekti. Direğin başındaki fenerin şeffaf camının bir parçası kırılıp düşmüştü. Lambanın göldeki yansıması ince bir fırça ile boyanmış tabloya benziyordu. Yukarıdan süzülen sarı ışık suyun üzerinde renk değiştirmiş, şualar dilim dilim olmuştu. Rüzgâr lambayı ve suyun yüzeyini farklı açılarda hareket ettirse de yansıyan ışık ve onun ışınları kendi uyumunu bozmadan sanki sakin bir müzik altında hafif bir uğultuyla dans ediyorlardı. Üşüdüğümü hissedene kadar bu manzarayı seyrettim. Gölette yansıyan nurun güzelliğinden aldığım lezzet ruh hâlimi yükseltti. Gönlümden gördüğüm güzelliğin gökkuşağına dönmesini ve hiçbir zaman gökyüzünden gitmemesini geçirdim. Dağda, ormanda tabiatın koynunda Albina ile bu güzelliği istediğimiz zaman seyredebilelim. Bloğa girdiğimde dinlenmiş gibiydim…
Normal kurslarda öğrenmesi altı ay süren Mors alfabesini çok kısa zamanda öğrendim. Eğitimlerde tek zorlandığım dokuma işlerini öğrenmek oldu. Şapka, atkı, kolsuz yakasız gömlekler dokumak en önemli derslerden sayılıyordu. Mors alfabesi ve dokuma tamamen birbirine bağlıydı. Aslında bu kurslara başladığımda onların birbirine sıkıca bağlı olacağını hayal bile edemezdim. Dokuma konusu gündeme geldiğinde kahkaha ile güldüğümü hiç söylemiyorum bile. Dedim ki evimizde iki meşhur dokumacı var. Onlardan istediğim motifi öğrenebilirim. Alay edip baş salladılar ki nineler kesinlikle dokuma yeteneğimi bilmemeli. Bu kursta dokumayı öğrenmenin yanı sıra el dokuması gömleklerin yakasını, kolunu veyahut atkının bir ucundan başlayıp dikkatli bir şekilde ilmekleri kaçırmadan sökmeyi öğrenmemiz isteniyordu. Mors ve dokumacılık olağanüstü durumlarda önemli haberleri ulaştırmak için bir seçenek olarak kabul edilirdi. Bilgiyi Mors ile söktüğüm ipe yazacak, sonra onu kendi işlemeleriyle önceki yerine dokuyup doğru adrese teslim edecektim.
Gerçekten de çok gülünç bir durumdu. Dokumacılık dersleri gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyordu. Hayalimde kâh ninemle yan yana oturup dokuyoruz kâh birbirimizin işini eleştiriyor kâh da kendimi dokumacılıkla uğraşan ihtiyar bir adam olarak canlandırıyordum. Herhâlde şimdiye kadar bir erkeğin çorap, şapka dokuduğunu ne görmüştüm ne de işitmiştim. Hatta kadın işi yaptığımı gördüklerinde gülerler diye ninemin yıkama işlerine yardım ettiğimi hiçbir zaman arkadaşlarımın bilmesini istemezdim. Bir keresinde derste yaşlandığımda kanepede oturup dokumacılık yaptığımı ve torunlarımın da yerde halının üstünde sıra ile oturup bana baktıklarını hayal edip içten içe güldüm. Dokuma öğretmenim ise bunu gördüğünde sadece gülümsemekle yetindi.
“Pravda” beni sürpriz bir olayla saflarına dahil etmişti. İşe alındıktan sonraki gün yazı işleri ofisinde kapsamlı bir toplantı yapıldı. Sonunda Galina Serebryakova40 ateşli bir çıkış yaptı. O editörü açıkça eleştirdi ve yapılan birçok hata için herkesi azarladı. Toplantıdan sonra şube müdürüne bu kadının neye güvenip böyle meydan okuduğunu sorduğumda o korka korka nedenini anlattı:
– Nikita Kruşçev 1959’lu yıllarda Kremlin’de ideoloji konularına özel bir toplantı düzenlerken, toplantıya devlet memurları ile birlikte ülkenin tanınmış simaları, yazarlar, şairler, bestekarlar, ressamlar da davet edilmişler. Galina Serebryakova’ya konuşma için söz verildiğinde o tartışılan konudan uzaklaşıp cezaevlerindeki durumların iç açıcı olmadığından, suçlulara karşı insanlık dışı davranışlardan söz etmiş. Kruşçev onun sözünü yarıda kesip yazarın yanlış düşüncede olduğunu söylemiş ve onu samimiyetsizlikle itham etmiş. Kruşçev’in bu sert tepkisini kabul etmek istemeyen Serebryakova kürsüden çıkarak eteğini yukarı kaldırmış, bacaklarındaki “yara” izlerini toplantıya gelenlere gösterip:
– Nikita Sergeyeviç, bu da canlı kanıt. Cezaevlerinde insanlara böyle işkence yapıyorlar, dikkatle bakın.
Bu sahneden neredeyse bilincini kaybeden Kruşçev, politik davranıp:
– Bunlar