Makbule Teyze’yi hep şık, hep gülen bir kadın olarak hatırlarım. Öyle kalmış belleğimde… Gerek bizim evde, gerekse ailece misafirliğe gittiğimiz komşu evlerde olsun, Makbule Teyze’den sık sık söz edilirdi… Öyle, net bir şey anlamazdım söylenenlerden… Ama onu kötülemek istediklerini anlar gibi oluyordum… Gene de bir hıdrellez gününde gölle pişirmek için onu çağırmaları, gelin kınalarken gelin ağlatma türküsünü ona söyletmeleri beni oldukça şaşırtırdı. Hıdrellez günlerinde Makbule Teyze, o tertemiz feracesi, siyah damgalı beziyle gelir, ilk önce kazanı yerleştirecek bir ocaklık kurardı. Kendisine yardım ederken onun sessizce şarkılar mırıldandığını duyardım. Gölle pişince ortaya konulan bir “masafın” etrafına oturur, kaşık dolusu gölle yerdik. Salıncak kurulurdu cevizin en sağlam bir dalına. Kızlar, kendilerini hep Makbule Teyze’ye sallatırlardı. Çünkü sallama işi ayrı bir beceri isterdi. Kızları sallarken Makbule Teyze’nin feracesinin önü açılır, bembeyaz boynu, altta da gül desenli entarisi görünürdü. Ama o, hemen kapatırdı feracenin önünü, yüzünde utansak bir gülümseme dolaşırdı… Kimi kez beni çağırır, “Gel bakalım, seni de sallayayım. Hep kızlar sallanacak değiller ya; erkekler de sallansın biraz.” derdi. Aslında salıncakta sallanmaktan korkuyordum; ama bu çağrıya bir türlü de hayır, diyemiyordum… Gidip oturuyordum salıncağa. Korkularım dağılıp gidiyordu. Makbule Teyze o an gözlerimde büyür giderdi…
Evimizin tam karşısında Yunus Dayılar otururdu. Davlumbazlı, önleri kafesli büyük bir hanayları vardı. Bahçenin günbatısında da geniş bir tütün saçakları vardı… Öreçe arabası çıkmaz sokağın içinde dururdu hep. Döven ve yuvgu taşı çifte kapıların iç tarafındaydı.
Tam, beş kızı vardı Yunus Dayı’nın. Sokağa açılan hanay pencerelerinden çoğu kez hafif darbuka ve türkü sesleri gelirdi. Yaz gelir, Yunus Dayı’nın haremine bağ bozanlar dolusu tütün taşınırdı… Serin saçağın altına dökülürdü sarı kehribar gibi tütünler… Komşu kızlar da çoğu kez kendi tütünlerini orada dizerlerdi. Neydi o gülüşler, cümbüşler… Yunus Dayı’nın evde olmadığı günler eski gramofonu iki kız hanaydan indirir, tütün dizilen yere, en küçük kızın yanına yerleştirirlerdi. Küçük kız hemen kalkar, plâkları getirirdi. Plâk özenle yerleştirilir, hafif bir cızırtıdan sonra biraz keskin, ama oldukça tatlı bir kadın sesi duyulurdu…” Yanıyor mu yeşil köşkün lambası yâr…” Nesibe hala sabahları erken kalkar, kuşluk vaktine kadar yayık döverdi. Bir de sık sık fırın kızdırırdı. Has undan yapılmış taze ekmek kokusu iştahımızı açardı… Birazdan, Nesibe hala, üzerlerine tereyağı sürülmüş taze, sıcacık ekmek dilimleri ile yanımıza gelirdi. “Alın, kızanım,” derdi. “Taze, sıcacık…”
Büyük kızın adı Cahide’ydi. O aileden aklımda kalan, en ön sıralarda yer alan bir ad… Uzun boylu, siyah saçlı, güzel, zeki bakışlı gözleri olan bir kız… En çok onu severdim kızların içinde, en çok da ondan utanırdım. Onların saçağında tütün dizen ablamı bir iş için çağırmağa gittiğimde onun zeki, aynı zamanda sevecen bakışlarıyla karşılaşırdım. Ablam, kendisini herhangi bir iş için çağıracağımı anladığı için bana döner, “Ne var gene!” diye sertçe çıkışırdı. “Hiç rahat bırakmayacak mısın beni…” Cahide Abla araya girerdi hemen. Gülümseyerek, “Yooo,” derdi. “Ona öyle sert davranamazsın. O benim yavuklum…” Utancımdan kıpkırmızı olurdum. Yine de Cahide Abla’nın bu sözleri oldukça hoşuma giderdi.
Kış geceleri, geç saatlere kadar pastal yapılırdı. Kimi geceler, omuzlarına asılı tavlı sırıklarla Yunus Dayı’nın beş kızı bizim avluda bitiverirlerdi. Haremde sesler… Gülmeler… Doğruca, mutfağın bitişiğindeki pastal odasına geçirirdi ablam onları. Babam bir köşede tonga ile uğraşırdı. Sarma sigarası her zaman ağzında… Onların rahatça yerleşebilmeleri için babam, yerden öteberiyi toplamaya çalışırdı. Bir yandan da kendilerine iyilik-hoşluk sorardı. Bu arada Cahide’nin şaka dolu sesi işitilirdi. “Hadi bakalım Lâtif Ağa, bu oda bu akşam ancak bize kadar. Babam biraz önce çıktı kahveye. Lâtif Ağa’na söyle, kahveye çıkarsa, kendisine okkalı bir kahve ısmarlarım, diye selâm söyledi. Tongayı, göbeli de merak etme. Onları biz yaparız.” Kırlaşmış bıyıkları gülerdi babamın. Usul usul yerinden kalkardı. İçerde gülüş… Cümbüş… Ben, mutfak kapısının ardındaki kilimin üstünde yüzükoyun uzanmış halde okul ödevlerimi hazırlardım. Kendi aralarında neler anlatırlardı, neler konuşurlardı; hatırlamıyorum. Kimi geceler tavlı sırıklar erken biter, kendi aralarında çeşitli oyunlar oynarlardı. Bazen de bir darbuka alırlardı komşu kızların birinden… Darbukayı en küçük kız çalardı. Kimi geceler Cahide’nin sesi gelirdi kulağıma… “Hani benim yavuklum…” derdi. “Ortalıkta görünmüyor. Özledim kendisini…” İçime bir sıkıntı düşerdi. Korku ile sevinç arası bir sıkıntı… Birazdan yanıma gelirdi Cahide Abla. Ağır ağır yanıma uzanırdı. Bir avucunu çenesine dayar, yazdığım yazılara bakardı. İçerdekilerin duyabileceği bir tonla konuşurdu. “Ah, ne güzel, ne güzel… Gelin de görün bak. Benim yavuklum ne güzel şeyler yapıyor” derdi. Aslında, onun, yanıma gelip uzanması, saçlarının, yüzünün yüzüme değmesi hoşuma giderdi. Tatlı bir rahatsızlıktı duyduğum. Ama aramızdaki bu dostluğu ciddiye almaz bir tavırla dışarıya, başkalarına açması hiç hoşuma gitmezdi. Kendisini incitmeyecek şekilde iterdim yanımdan. Sesim çıkmazdı hiç. Sanki dilim tutulurdu. O gülerdi… “Ayıp,” derdi. “İnsan sevgilisini iter mi… Hadi gel barışalım…” Kollarıyla sarardı beni, iyice göğsüne bastırırdı. Yumuşak göğüslerinin sıcaklığının tenime işlediğini duyardım. Yüzümü örten saçlarının kokusu beni tatlı, büyülü dünyalara götürürdü. Korkar mıydım?.. Belki evet, belki hayır… Çünkü onun kollarının arasından kurtulmak için çaba göstermezdim… Sinirlenir, ağlardım sadece… O, “Aşkolsun…” derdi. “Biz kendisini sevelim; o bize böyle davransın…” Sonra gülerek yandaki odaya geçerdi. “Çocuğu dersten de alıyoruz ya…” derdi. “Hoşuma gidiyor işte… Öyle, konuşmaması, büyük delikanlılar gibi utanması…”
Sonra, aradan yıllar geçti. Aralıklı yıllarla Yunus Dayı’nın evlerinin önüne üstleri örtülü alay arabaları geldi. Helvacılar, yeni, atlas feraceli kadınlara kozlu helva sattılar. Kastor potinli çocuklar mantar tabancalarını patlattılar. Davullar, zurnalar çalındı. Sofralar dolusu yemekler verildi. Genç kadınlar ve kızlar halaylar çektiler. Çeyiz arabalarına çeyizler yüklendi. Yunus Dayı’nın kızları gelinlikler içinde alay arabalarına bindiler. Arabaların ardından taslarla pirinçli sular atıldı. Küçük kızlarının dışında, ev boşaldı. O türküler, o gülüşler de… Çocuk gönlüm uzun süre bu acı boşluğun etkisinden kurtulamadı. Hele o, Cahide Abla’nın alay arabasına binmezden önceki el öpme, öptürme saati… O anın acısı, bugün bile içimde depreşmeye hazır… Helvacının yanında annem gelip bulmuştu beni. “Hadi” demişti. “Artık Cahide ablan gidiyor. Gidip elini öpmeyecek misin?” Birden sarsılmıştım… Korkularım, utanmalarım uçup