“Mee-ral!.. Mee-ral!..”
Kupayı sağ elinle kaldırıyor, o endamlı, uzun görünüşünle özgürlüğü, çalışkanlığı simgeleyen bir anıta benziyordun.
Sonra üniversite yılları… Adidas çantası, yorgun, uykulu tren yolculukları, blucin pantolonlar, örme yün bluzların, rimeli gözlerin, boyalı dudakların, meçli saçların…
Sigara içmeni istemedim hiçbir zaman. İçer miydin, bilmem. Fakülte dersliklerinde ağır, bilimsel konuşmalar, o ince parmakların arasında tuttuğun kaleminle not alışların; düşünce çemberinin gittikçe genişlediğini duyumsaman… Hiçbir zaman senin önemli, ün yapmış bir meslek sahibi olmanı düşünmedim. Bir fakülteyi bitirmeni istedim; o kadar.
Bu arada biraz özgürlüğünden ettim seni. Gece kulüplerinin alkol kokan, müstehcen sahneler içeren havasından uzak tuttum. Karanlık, loş sokaklarda, omuzlarında kırmızı çantaları, ağızlarında tükenmez o Marlboro sigaralarını tüttüren kadınların yakınından bile geçirtmedim. Seks filmlerinin oynatıldığı sinemaların önünden geçmeni istemedim hiç. Bazen zorunlu olarak geçtiğin sıralar oluyordu da sen bakışlarını başka yöne çeviriyordun. Biliyordun ki, o afişlerde en utanmaz başlıklar, insanı aşağılayan en iğrenç görüntüler vardı.
Artık bir olgunluk devresindeydin. Çok kitapların vardı. Durmadan okuyordun. Boş zamanlarında sporla uğraşıyordun yine. Kapalı spor salonlarının yıldızı yine sendin. Vücudun biraz dolgunlaşmış, daha da güzelleşmiştin. Sahaya ısınma hareketleri yapmaya gelirken podyumlarda mayo reklamı yapan uzun bacaklı İngiliz mankenlerine benzerdin. Herkes sende ulaşılmaz bir güzellik görürdü.
Üniversiteyi bitireceğin yıl önemli bir karar vermen gerekiyordu. Öğrencilik yılları, kitaplar, spor, erkek arkadaşlarınla bazı özel günlerde yapılan eğlenceler, çayevlerinde karşılıklı çay veya coca-cola içmeler, dans etmeler… Bütün bunlar iyi, güzeldi de hep böyle sürmezdi ki bu…
Bir sürü sevenin, hayranın vardı. Bir seçim yapman gerekirdi aralarında. Hepsi seni seviyordu. Az mı mektuplar, az mı evlenme teklifleri alıyordun? Bazıları, seni yanlarında bir manken gibi taşımak, salt güzel bir kadınla evlenmiş olmak; bundan bencilce bir övünme payı çıkarmak düşüncesindeydiler. İçlerinden bazıları da kısa süreli bir aşk serüveni yaşamayı düşlüyorlardı seninle. Seni, banyolarda çıplak vücutlarıyla sabun veya şampuan reklamı yapan o olağanüstü güzellikteki kadınlarla bir tutarak. Bazıları da seninle karşılıklı bir çay içmeyi; o eşsiz dudaklarından bir kez öpmeyi, sonra da bu önemli hatırayı ömürleri boyunca saklamayı kurarlardı.
İçlerinden biri vardı ki, seni gerçekten seviyordu. Kuşkusu yoktu bundan. Onun kuşkusu, senin onu sevip sevmediğindi. Bir de seni mutlu edip edemeyeceği. Seni seviyordu. Senin gerçek bir sevgiye lâyık olduğuna inandırmıştı kendini. Bu, sana değer verdiğinin kanıtıydı. Seni sevenlerin içlerinden geçenleri bilsen, kavrasan, tercihini bu delikanlıya kullanacaktın, biliyorum. Bu yüzden seni onunla evlendirdim. Aynı boydaydınız. O esmerdi biraz. Saçları kumraldı. Orta halli bir ailenin çocuğu olduğunu biliyordun. Dillere destan bir düğününüz olmadı ama o şahane vücuduna oturmuş beyaz gelinliğinle ortaya çıkıp lâcivert kostümlü utansak delikanlı ile dans etmeğe başladığınızda o görkemli salon filmlerindeki düğün sahnelerine taş çıkarttınız. Ne Karolayn ne de Rich… Siz onlardan daha mükemmeldiniz. Her şeyinizle. O, milyonlarca kişinin izlediği yabancı dizi filmlerin düğün sahnelerine sizin o andaki görüntünüzü monte etselerdi seyircilerin belleğinden hiç silinmeyecektiniz. O andaki mutluluğunu simgeleştiren gülümsemen yıllar boyu zihinlerde kalacaktı.
Mutluydunuz. Lüks olmasa da güzel bir eviniz vardı. Kocan bir devlet hastanesinde çalışıyordu. Sen ise küçük bir sağlık ocağında görevliydin. Birlikte çıkıyordunuz evden ilk durağa kadar. Önce sen biniyordun sağlık ocağına giden dolmuşa. Kaçamak bir öpücük konduruyordu kocan gül yanağına. Akşam eve dönüşünüzde yemeği birlikte hazırlıyor, oturup karşılıklı yiyor, ardından yine baş başa vererek kahvelerinizi içiyordunuz. Birlikte, bir arada bulunmaktan hoşlanıyordunuz. Müzik dinliyordunuz radyoda.
Bilirim, yaşam yorar insanı bazen. Günlük işlerimiz, çevremizdeki olaylar, gazete başlıkları, insanlar arasındaki olumlu veya olumsuz ilişkiler, bir vapurun kalkışı, güneşin batmasıyla birlikte çöküveren karanlık, sokaklar, gereksiz yere asılmış bir afiş, yıkılan bir ağaç, bir annenin çocuğunu dövmesi, bir plâk satış mağazasından kopup gelen acı yüklü bir türkü, birilerinin sakalı veya bıyığı sıkar bizi. Anlayamadığımız bir sıkıntılar çukurunun içinde buluruz kendimizi. Güzel güzel müzik dinlerken radyoyu “çat” diye kapattığımız olur.
Denizi seviyormuşsun. Sıkıntılardan kaçmanın tam zamanı… Seni aldım, denize götürdüm. Zaten küçük, sevimli semtinizin yakınındaydı plâj. Belediye otobüsleri geçerdi sık sık; dolmuşlar. İnce, tertemiz bir kumu, masmavi suları vardı plâjın. Üniversite yıllarından bir alışkanlıkla olacak, havlularınız ve diğer eşyalarınız Adidas yazılı çantadaydı. Daha çok pepsi cola reklamı şemsiyeler çarpardı göze. Uzakta, çamların altında seyyar bir kantin vardı. Çok kalabalık olmayan bir yer seçerdiniz hep. Kocan şemsiyeyi açar, sen küçük bir şilte sererdin yere. İlk işin gidip, çıplak ayaklarınla suya girmek olurdu. Eğilir, bir de elini değdirirdin suya. Göz göze gelirdiniz kocanla. Gözlerinle severdin onu bir an. “Girelim mi?” derdi kocan. Gülümserdin. Evde, mayonun üstüne geçirdiğin boydan düğmeli deniz elbisenin düğmelerini çözmeğe başlardın. Güvez, mavi benekli bikini mayonla kalırdın bir ara. Uzun, düzgün bacakların, ince belin, belli belirsiz göğüslerin, uzun boyunla bir güzellik kraliçesi gibiydin. Yakın çevredekilerin gözleri sana çevrilirdi. Kocanla el ele tutuşup denize girerdin. Denizin maviliğinde unuturdun her şeyi. Doyasıya eğlenirdin. Biraz sonra güneşlemeye çıkardın kıyıya. Yumuşak, ılık kumların üstüne yüzüstü yatardın. Saydam bir ipekle kaplıymış gibi görünen parlak teninde su damlacıkları titreşirdi. İyice bırakırdın kendini. Kauçuk esnekliğindeki küçük, tatlı göğüslerin yumuşak kuma batarak iz bırakırlardı. Sonra döner, sırt üstü yatardın. Beyaz çerçeveli güneş gözlüklerini koyardın. Ellerin başının altında kenetli… Sağ bacağını karnına doğru çekerdin. Kapatırdın gözlerini. Düşlere dalardın. Geleceğe yönelik hayaller kurardın. Bazı düşünceler yorardı kafanı. Mavi, güzel gözlerinle gözlüklerinin ardından gökyüzünün uçsuz bucaksız derinliklerine bakardın.
Yaşam. Neydi yaşam? İşte şu anda buradaydın. Burada bulunmaktan zevk alıyordun. Karşıda, kantinin orada ayaküstü bir şeyler atıştıran insanlara bakmak bile ayrı bir mutluluktu. Çevren insanlarla doluydu. Kocan biraz ötede denizin içindeydi. Onu özlüyordun bir an. Ne aptallık, diyordun kendi kendine. Vücudunun güzelliğinden ayrı bir zevk duyuyordun. Ne türden bir bencillikse… Şu sonsuzluk içindeki yıldızlarda acaba hayat var mıydı? Ne saçma; bir de doktordun üstelik. Hem sonsuzluk, diyorsun; hem de sonsuzluğu sınırlamağa