Tek bir ampulün loş ışığında iç çeken emekli tüm bunların hemen hepsini hatırladı ve çöktü. “Halkın düşmanlarını ifşa etmek ve cezalandırmak için zamanımız olmalı! Vurulmalı ve sürülmeli! “ diye söylerdi şef.
– Keşke bütün ulus Stalin’in adına inanıp, Stalin’in kültüne tapacak kadar başarılı olabilseydik! diye iç çekti emekli.
– Hastayım dedi yaşlı kadın.
–Boğazına bakayım, dedi yaşlı adam.
– İyileşirim, dedi suçlu bir şekilde.
Emekli başını salladı, koridordaki mutfak ışığını yaktı. Elleri titreyince bakır çaydanlığın kapağı elinden fırladı.
IV
Felaket! Yoldaş Vaynşteyn’i Arayanlar Kızıl Ordu’ya Gelmiyorlarmış
Boğazından çıkan kokuşmuş tükürükten habersiz, kim bilir bu horlama ile daha ne kadar uyuyacaktı. Telefon çaldı ve sıçrayarak uyandı. Derin bir uyku çekmişti kafasını toparladı ve sabah pencerenin önünden geçen bir damperli kamyonun sesini duyup, güneşin yükselişini ve hayatın telaşını düşündü.
Bu yaşımda tek başına bira beni bu hale getiremez. Tek başına bira böyle yapmaz. Sonunda kalabalık artmış ve arka arkaya üç veya dört kez içmişti. Votkayı karıştırırken, henüz gözlerini açmadığını fark etmişti. Yastıktan kalkarken başı ağrıyordu, başını yastıkta çevirirken başı siyah bir kayadan daha ağır gelmişti. Çok hastaydı.
Aniden telefon çaldı ve sessizlik bozuldu. Yaşlı adam yerdeki kırmızı telefona uzanmak üzereyken yuvarlanmıştı.
Sanki biri onunla gelmişti. Sanki ağzı açık geyik gibi yürüyen biriydi. Nerede bu? Kafam karıştı, yüksek sesle gülüp uzaklaştı. Başlarını yastıklara koyup kıpırdamadılar mı? Altı satır için ruhunu feda etmiş gibi miydi? Ne zaman kalkıp gitti? “Ya fahişe değilse?” dedi içinden.
İlk önce giriş gerek. “Girişin düzenlenmesi gerekiyor!” diye düşündü. Dili boğazına kaçmıştı ve kanı donmuştu. Bir kâse soğuk su özlemi çekti. Musluk suyunu içip susuzluğunu giderip kendini dükkânlardan birine sürükleyerek, nefes almadan yüz gram votka içerse çirkin bir insan gibi görünürdü.
Sanki telefon tekrar çaldı. Kimi arıyorlardı? Yazı işleri bürosu mu yoksa baş editörü mü? Ağır bir ücret ödemiş gibi görünen aptallar, sanki aramıyorlarmış gibi bugün nasıl yaygara koparırlar!
Yarım dakika dayanarak bekleyip telefonu açmazsanız kapanması gerekir. Başını yün bir yastığa koyup uzandı. Yarım dakika, yarım dakika geçmesi için sabretti arayan kişi sıkılıncaya kadar çaldırıyordu. Bekledi, yine de bekledi. Hayır, salak inat edip aramaktan vazgeçmiyor, ısrarla beni arıyor.
Telefonun uzun çınlamasının yakında kesileceğini ummuştu. Doğal olarak saçma sapan kötü sözler ağzına geldi. Telefona da telefonun diğer ucundaki kişiye de küfrederek başını kaldırdı. İki metre yerde yuvarlanarak telefonu aldı. Kaşlarını çatıp yüksek sesle:
–Alo! dedi.
Karınca sürüsü gibi Rus’un olduğu yerde Kızıl-Asker’in küçük kalabalık sokaklarında yaşayan gazeteci küçük evindeki kızıl telefonundan hiç Rusça konuşamamıştı. Hiçbir zaman Rus telefon etmemiştir. Rus işi düşüp hiç aramamıştı. Bu sefer telefonun diğer ucundaki yabancı birdenbire Rusça merhaba demekten korktu!
– Merhaba, dedi kibar bir şekilde boğuk sesli biri.
Rusça konuşmasını az bilen gazeteci:
– Merhaba, dedi, kötü bir telaffuzla.
– Moskova’dan rahatsız ediyorum.
– Moskova?
– Evet evet Moskova’dan. … İsmiyle bir gazeteci arıyorum.
Moskova’dan, Moskova’dan mı arıyorsunuz? Moskovalılar önemli bir konu olmadıkça aramazlar. Karışık renkli külotla bir serseri gibi duruyordu. Ah şu konuşulan Moskova! İlk başta inanamadı. Ancak telefonun diğer ucundaki yabancı kendini iyice tanıttı ve sormaya başladı.
– Evet, evet öyle diye mırıldandı gazeteci.
– Önce kendimi tanıtmama izin verin. Benim adım Mihail. Mihail Vaynşteyn.
– Nasıl? Nasıl Vaynşteyn?
– Evet Vaynşteyn, Mihail İsaakoviç Vaynşteyn.
– Dinliyorum, Yoldaş Vaynşteyn. Ne istiyorsunuz?
Vaynşteyn’in konuşmasını yarım dakika dinledikten sonra, gazetecinin başına ağrılar girmişti. Çok susadığını hemen unuttu. “Evet! Toplu mezarlarının keşfi hakkında yazmaktan çekinmediğim doğrudur. Makalemin şöhretinin Moskova’ya kadar bu denli kısa sürede yayılmasından daha da gurur duydum” gibi bir şeyler söylemek istedi ancak Rusçası buna yetmedi ve kendisini çaresiz hissetti. Sadece iki şey söyleyebildi:
– Teşekkür ederim! Evet, yazar benim! Çok teşekkür ederim!
Ama Vaynşteyn’in sonraki sözlerini duyduğunda, beyaz, şişmiş yüzü her zamanki gibi terledi, gözü seğirdi ve gülümsedi. Yüreğini rahatlatan iyi bir haber aldı. Önündeki duvarda asılı duran aynaya gülümsedi. “Yazdıklarım hemen Rusçaya çevrilmiş, ayrıca sizi bilgilendiren ve tam adresimi verenlere de teşekkürler! Evet şimdi aynen söylediğiniz gibi mezardakilerin isimlerini belirlemeniz gerekiyor. Bir sonraki hedefim onların peşinden gitmek, KGB arşivlerini açmak! “Ah zavallı, sizin babanız da mı otuzlu yıllarda vurulmuştu” diye konuşmak istemişti. İnsanın konuşmak isteyip de konuşamaması ne kadar kötü bir şeydi.
–Sizin… babanız… Sizin babanız mı? diye kekeledi. O da mı öldürüldü? Bizim ülkemizde, Kırgızistan’da?
– Evet, son bilgilerime göre, çağının büyük bir bilim adamı olan babam Mısır Bilimci İsaak Vaynşteyn hangi suçundan mahkûm edildi de Kırgızistan’da öldürüldü ve büyük ihtimalle kemikleri senin yurdunda bir yerlerde yatıyor. Büyük dağları arasında diyerek Mihail Vaynşteyn iç çekti. Bilmiyorum, muhtemelen Davul Taş’ta yeni keşfedilenler arasında çıkacaktır.
– Belki.
Gazeteci, Vaynşteyn adlı bir adamın bu evrende yaşadığını ve onun bir bilim adamı, büyük bir bilim adamı olduğunu anladı. Endişeli insanlar birçok meslek icat eder. Uzun bir kariyeri olduğunu anladı ama “Mısır Bilimci” kelimesini anlayamadı.
Neden Kırgızistan’a geldi? Bir keresinde, yanılmıyorsam, otuzlu yıllarda göçebeleri geliştirme görevi verildiğini ve büyük Rus şehirlerinden çok sayıda gönüllünün işe alındığını duydum. Muhtemelen o da bunlardan birisidir. Geldiğinde ne iş yapmıştı?
O günden bugüne babasının mezarını arayan Mihail, telefonun diğer ucuna bir şeyler anlatıyordu. Önceki günkü votka ile birayı karıştırma alışkanlığından dolayı başı ağrıyordu. Gazeteci telefonu kulağına sıkıca tuttu ve gergin bir şekilde ayağa kalkmaya çalıştı. İşte hikâyesi böyleydi.
O zamanlarda Mihail dokuz yaşındaymış. Görünüşe göre babası İsaak Vaynşteyn’in Sovyet Kırgızistan’a sürgün edildiği yılı anlatıyordu. Of bu felakete üzüldük ama “Mısır Bilimcinizin” kim olduğunu bilemeyiz. Antik Mısır’ın efsanevi tarihini araştıran, taş oymaları okuyan ve onları araştırarak geçimini