Avcı daha sonra kartalına kızmaya başladı. Sen nesin, bundan önce hiç kancık görmedin mi? Gördün! Ne zamandan beri sana söylüyorum: kuyruğunu dikip koşan, tilkinin kancığıdır. Onun başı kuyruğunun dip tarafında değildir, ne tarafa doğru yönelmiş gidiyorsa o taraftadır. Kuyruğunun dip tarafına doğru gidersen, onu, senin ağzına yüzüne dolar. Ondan sonra bir ay otur evde, baban ölmüş gibi bir üzüntü içinde… Güzelim Ulpan, bağla bunu…
Görmüş geçirmiş adam, tilkiye sanki kendi hanımına kızarmışçasına kızıyordu. Ben seninle birlikte yaşayıp gidiyorum, sarı ve kirli donlu yaşlı üçkağıtçı seni! Ne var da sen böyle kendini beğeniyordun. İhtiyar Müsirep’in gözüne ilişirsin de, yere serilmez misin işte böyle?..
Avcının boş laflarını daha fazla dinlemek istemeyen Ulpan evine döndü.
–Ağabey, ben maralımı bir göreyim demiştim…
Ulpan, maralın izini takip ediyordu, “Türkmen” Müsirep’i sonradan tanıdı. İki köpek arkasında, av arayarak yavaş yavaş geliyordu. Başında kuzu derisinden kara börk, kara tay derisinden kürk, uzaktan uzaktan yürüyen kızıl renkli at, Ulpan’a çok tanıdık geldi. Ulpan onu görünce sevindi. Tuzak kurmadan, art niyetsiz, dürüstçe konuştular. Müsirep, beğendiğini gizlemedi de. Bunda korkacak bir durum ya da tehlike de yoktu. Ulpan da onu beğeniyordu.
Bu birini beğenmenin masum bir şekliydi. İkisi de biliyordu, birbirine söylemeden, ömür boyunca sessizce sürüp gidecekti. Büyüklük de küçüklük de engel değildi, başka bir engel de yoktu. Böyle bir beğenme, dokunarak mutlu olmaktan da daha yukarı bir masumluktu. Şımartmayı bilen ağabey ile şımarmayı bilen kızkardeş arasındaki sevgi misaliydi. Ne olduğu ve nereden başladığı belirsizdi, Ulpan ile “Türkmen” Müsirep’in arasındaki ilişki böyle başlamıştı.
Ulpan hızlıca atını koşturup gelerek:
–Müsirep Ağabey, kurt avlamaya çok geç çıkmışsın? Dedi.
–Kurt avlamaya değil, seni görüp halini hatrını sorayım diye geliyorum, güzelim. Yarın artık memlekete dönüyorum.
–Memlekete? Bizi böyle bırakıp gidiyor musunuz?
–Bırakıp gitmek de ne demek, kurban olayım… Sana kıyıp da kim seni bırakıp gider! Çok geçmeden geri geleceğim.
–Olsun, bu gün bizdesiniz ya. Gitmiyorsunuz. Ben size bir kucak kuvray29 kesip getirdim… Ne kadar çok çeşidi var! Kuruyanı da var, çalılar arasında taze ve yeşil olanları da…
–Olsun, Ulpancan olsun…
–O, akşama olacak. O zamana kadar kurt kovaladığınızı gösterirsiniz.
– O da olsun… Kurttan korkmuyor muydun?
–Sizin yanınızda olup da korkar mıyım hiç?
–Peki, tamam, güzelim… Fakat benim dediğimden çıkmayacaksın ona göre!
–Kabul, Müsirep Ağabey, kabul. Sadakatle sana itaat eden kulunum…
Müsirep atından inip, Ulpan’ın atının üstündeki eğeri iyice düzeltti. Üzenginin kayışını azıcık uzatırken eli kızın ayağına dokundu, sıcacıktı. Sıcaklık bütün vücuduna yayıldı, elini hızlıca çekti.
–Haydi, şimdi gidiyoruz.
İkisi birlikte dörtnala gidiyordu, Ulpan’ın gözüne maralın daha yeni bıraktığı ayak izleri ilişti.
–Müsirep Ağabey, maralımı görmek ister misiniz?
–Gör dersen göreyim.
Şimdi Ulpan öne geçip gitmeye başladı.
–Gel, gel canım, haydi gel!..
Maral çalılık arasından birden kendini gösterdi ve kibirli bir yürüyüşle açıklığa çıkıp durdu. Ölçülü sarımtrak boynuzu gün ışığıyla birleşip, altın bir hançer gibi parlıyordu. Avcı Müsirep’in “Altın boynuzlu ak maral” demesi bu sebeple olsa gerekti. Apak ak maral değildi, kışa doğru ak tüylerle kaplanmaya başlayan, aka doğru çalmakta olan, bozca renkliydi.
Maral, sadece Ulpan’ın tanıdık sesinden korkmadığı için göz önüne çıkmıştı. Şimdi şaşkınlık içindeydi, biraz ürkmüştü. Bu kız da beraberinde köpekle mi gelmişti yoksa? Öyle olsa gerek, yanında erkeği de var. Erkekler bizim düşmanımızdır. En iyisi, köpeklerini üstümüze kışkırtmayanıdır. Bu iki sarı köpek gerçekten seni parça parça edebilecek bir belanın ta kendisi olabilir!..
–Gel, gel canım, haydi gel!..
Yok, bu gün ben bu kıza şımararak hoplayıp zıplayıp oynayarak yaklaşmasam daha iyi olacak. Dört ayağım, siz her an kaçmak için hazır olun. Sevmek istiyorsan yalnız gel. Köpeklerini getirme!..
Maral birdenbire kayboldu. Köpekler onu gördü ama onu diğer hayvanlardan biri zannetti ve kovalamadı, keçi mi acaba? Yok, teke olmalı…
–Güzelmiş! Dedi Müsirep. -Bütün vücudunda hoş görünmeyen bir tek yer olsun ya! Nasıl bir mükemmellik, her uzvunun orantılı olduğu nasıl bir güzellik. Bunun güzelliğine heveslenmeden, göze ilişir ilişmez kovalamaya başlıyoruz. Bu güzeli kesip, etini yiyoruz.
Ulpan, Kazak delikanlılarının güzel kızlara nasıl hevesli olduklarını söylemek istedi, ama acaba kendi kaderini ima etmiş mi olur diye düşünüp duraksadı. Kendisi böyle bir işe rastlamamakla birlikte, gençliğinde güzel olarak bilinen yengelerinin yüzlerine hiç gitmeyecek damgaların basıldığını, nasıl horlandıklarını biliyordu.
İki sarı köpek yeri ve rüzgârı koklayarak koşturup sahibine bakıp durdu ve rüzgâra karşı hızla koşmaya başladı.
–Ulpancan, köpekler bir şeyi hissettiler. Şimdi bir yerden kurdu kovalamaya başlarlar. Sen kurdu kovalamaya başlayan köpeğin peşinden git. Beş yüz metreden fazla yaklaşma! Kurt ağaçlığa ya da göle doğru dönerse, önünü kesip yüzünü göreceğim diye boş yere uğraşma. Köpeğin arkasında ol. Kurt, on bin metre kadar kaçıp ağaçlık arasına döner. O sırada ben de bir tarafından çıkar gelirim.
Müsirep ve Ulpan atlarını birlikte sürdüler. Sık ormanın uzaklaşıp giden ağaçlık ve çalılık düzlüğününün diğer tarafına çıktıklarında Ulpan, birden Müsirep’e bakıp:
–Aaa, ağabey, bir köpek durdu, dedi.
– O zaman haydi davran, koş! Şu yel gibi hızlıca tek başına giden sarı köpeği takip et, geride kalma!
Ulpan, fırtına gibi hareket etti. Sanki atla birlikte yaratılmış gibi adeta uçuyordu. Pars, sahibine görünmeden gitti. Sadak, kurdun kokusunu uzaktan alıp, epeyce bir süre çapraz bir şekilde koştu. Müsirep onun peşine düştü.
Sadak, öylesine oynayarak koşup gelir gibiydi. Tanrı dedikleri kancık olmalı heralde!.. Tam sırası, tavşan yemiş. Fakat Pars biraz koşar. Yakında ağaç da göl de görünmüyor. Kancığın adı kancık, hemen kaçıveriyor. Bu kancık köpek kararsızlığa sürüklüyor, bir o yana bir bu yana kaçıp boşa uğraştırmasaydı iyiydi. Ee, Pars onun kendi istediği yöne gitmesine izin vermez. Kız