Yiğidi şaşırtacak sis yoktur.
Sartoğay’ın civarını mesken tutmuş
Kantay adlı çok nüfuzlu bir zengin varmış.
Suluvşaş zengin Kantay’ın tek kızıymış,
Güzelliği huri kızıyla yarışırmış…
Kulağa hoş gelen sesiyle Kenjetay mısraları, mısralardaki düşünceleri yerli yerine yerleştirip sırayla söylüyordu. Kantay’ın zenginliğini, özellikle de kızının güzelliğini, sanki bu kız, dört köşeli bir aynaya yansımışçasına, türküsünde onu canlandırarak dile getirdi.
Suluvşaş’ı verdikleri damadın başı kelmiş. Suluvşaş onunla evlenmek istememiş, hatta ondan iğrenmiş. Çok mutsuz olmuş. Anne babası zor durumda kalmış. Çünkü daha önce Suluvşaş’ın kalınmalını almış ve kullanmışlar. Ama öte yandan da kızlarına üzülüp acıyorlarmış. Kızın Altay adında sevdiği bir delikanlı varmış. O, zengin çocuğu değilmiş ama güçlü kuvvetli, becerikli bir gençmiş. Türkü, işte bu ikisini kavuşturmak istiyordu ama kavuşturamıyordu. Kenjetay, bu sırada bazı şeyleri kendi hayatından eklermişçesine türküyü derinden hissederek söylemeye başladı. Kızın kaygısını, dinleyicilerin hissetmelerini sağlamak için, kendisi de türküyü âdeta ruhunun derinliklerinde hissederek söyledi:
Hazan eserken kazlar geri döner,
Suluvşaş’ın nişanlısı kepkeldir.
Kaygısı deve kadar büyüktür,
Kızını satıp mal alan babası pek keyiflidir!
Bu sırada Artıkbay Batır kendi başındaki dertten bahsetmek istedi:
–Kız çocuklarını hor gören biz kendimiziz, dedi. Derinden bir iç çekti.
Dışarıdan hızla koşarak gelen at sesleri duyuldu. Evdekiler şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Türkü de kesildi. At sesi yakınlaşmaya başladı. Köpekler havlıyordu. Erkek sesleri işitildi. Kenjetay, kerege başında asılı duran mızrakların birini alarak atlara doğru koştu. İri vücutlu orta yaşın üstündeki Sadir de bir mızrağı eline alıp tam koşacağı sırada, atlarından hep birlikte inip bu eve doğru gelmekte olan erkek seslerini tanıdı ve durakladı.
Eve önce Ulpan koşarak girdi. Biraz utanır gibi gülümseyen babasının yanına gidip keregeye büzüştü. Onun arkasından üç erkek hızla eve girdi. İlk giren, tilki derisinden börkü olan, kedi bıyıklı, alevleriyle çadırı yalayıp geçecekmiş gibi parlayıp sönen ateşe yaklaşır gibi bir halde nefes nefese gelip durdu ve arkasından gelen iki kişiye:
–Sürüyerek getirin! İşte orada duruyor! Diyerek Ulpan’ı gösterdi.
–Hey, sen boşboğaz, kimi sürüyerek getiriyorsun? Gözlerine bir bak! Dediğinde, Sadir’in mızrağı kedi bıyıklının omzuna saplanıp kalmıştı. Mızrağın ucu ağzından girip, ensesinden çıkmış gibi görünüyordu. Delikanlı donakalmış bir şekilde konuşamadı.
–Otur!
Delikanlı oturduğunda, Sadir mızrağın ucuyla onun başındaki börkü çıkarıp yanmakta olan ocağa attı. Ulpan’a doğru yönelen iki delikanlı da kıza elini bile dokunamadan geri çekildi. Sadir, mızrağının ucuyla işaret edip, bu ikisini de diğerinin yanına oturttu. Dışarıdan gelen iki delikanlı daha içeriye girdi. Sadir, sadece mızrağıyla işaret ederek beş delikanlıyı birden ateşin başına topladı. Mızrağını birine dahi dokundurmadı.
Uzun zamandır batırlık ruhu horlanmış bir şekilde yaşayan Sadir, Nesibeli’ye dönerek:
–İp getir! Dedi.
Fakirlerin bütün varlıkları evlerinin etrafındaydı işte. Nesi-beli koşarak çıktı ve ipi hızlıca alıp geldi.
Sadir, gençlerin başlıklarını çıkarıp yere atarak onları bağlamaya başladı.
–Senin başını ateşte ütüp, Tanrı izin verirse kendim kemiririm! Diyerek öncelikle eve ilk giren kedi bıyıklıyı iple bağlamaya başladı.
–Sen de bir güzel yontulması gereken biriymişsin, Tanrı izin verirse, kırk kamçı falakayı sana ben kendim atacağım.
–Sen kara baykuş, evinde oturduğunda nasıl da güçlüsün değil mi, ha?
Bu şekilde her biriyle ayrı ayrı sözlü alay ederek delikanlıları bağladı ve iplerin iki ucunu iki taraftaki keregeye bağlayıp kendi kendine iyice keyiflendi. Mızrağına dayanıp, kuzu misali bağlananlara tepeden baktı.
–Şimdi Eseney Biy’in hükmünü dinlesinler!
Delikanlılar törde oturan iri yarı esmer ve çiçek bozuğu yüzü olan kişinin Eseney Biy olduğunu ancak o zaman anlayıp dut yemiş bülbüle döndüler.
Baskında ve hırsızlıkta esir edilen kişileri önce iple bağlayarak aşağılamak, karşı tarafı aşağılamanın çok ağır bir türüydü. Bu dönemde de devamlılık gösteren eski bir gelenekti bu. Bir kez “iple bağlanıp” daha sonra tekrar yerine yurduna dönen delikanlının, hiçkimsenin nezdinde kadri kıymeti kalmazdı. Sadir, işte bu delikanlılara bu aşağılamayı yapıyordu.
Sadir’in “boşboğaz”, “kara baykuş” demesinde de bir mana vardı. Teke tekte olsun, savaşta olsun, karşılaştığın düşmanla bu şekilde alay edip onu aşağılarsan eğer, karşındaki kişi çok kolay sinirlenirdi. Sinirlenen kişi ise mutlaka kaybeder, yenilirdi…
–Bunlar kim? Tanıyor musunuz? Dedi Eseney Artıkbay’a bakarak.
–Kim olacak, dünürlerim işte, dedi Artıkbay. -Bizim evdeki “Suluvşaş”a dünür olan dünürlerim, diyerek kızına baktı. Fakirlik ne yaptırmıyor ki, Bağlan ağzında oturan bir tüccar olan Tülen ile dünür olmuştum. Çocuğu kel mi, hastalıklı mı, bilmiyorum ama sonuçta güzel Ulpancanım onu hiç istemedi. Topal ihtiyara baskın yapıp kızı alıp kaçmaya geldiklerini görmüyor musun! Artıkbay yine derin bir iç çekip sustu.
–Oldu Artıkbay Bey, oldu. Devamını anlatmayınız. Görüyoruz zaten. Sadir, sen bu dünürleri artık bizim konak yerine götürürsün…
Kenesarı İsyanı’ndan sonraki on beş yıl içinde Sadir’in mızrağının parladığı gün, işte yalnızca bu gün olmuştu. Bu on beş yıl içinde koyun misali bağlayıp tutsak ettiği de yalnızca bugünkülerdi işte. Avcunun içindeki kaşınma halen de devam ediyordu. Eseney’in gördüğü kadarıyla o, uzun süredir savaşmadığından, şimdi yeniden mızrağına güvenmişti ve onun öfkesi yeniden kabarmıştı. Bu yüzden o, Eseney’in buyruğuna çok sevindi. Tanrı izin verirse, onları kendi konakladıkları yere götürüp hapsettikten sonra, onları birer birer çıkarıp falakaya yatırmak mümkün olabilirdi. Biyin kararı vakti zamanı geldiğinde olacaktır, o zamana kadar güzün uzun gecelerinde Sadir’in eğlencesi için bol bol yeter…
Sadir, bağladığı delikanlıları çözüp, eyersiz atlara ikişer ikişer bindirdi. Eğer takımlarını kucaklarına yükledi. Beş delikanlı eve girdiğinde, dışarıda atları tutan iki delikanlı daha vardı. Böylece altısını ikişer ikişer üç ata bindirip, atların yularlarını birlikte düğümleyip yedinci delikanlıya tutturdu ve atları sürdü.
Ulpan’ı isteyen nişanlısı Tülen’in oğlu Mirzaş adlı delikanlı, önceki yıl bir kez gelip gitmişti. Tabiatın misk gibi koktuğu ilkbahar mevsimiydi. Ulpan, Tanrı’nın yazdığı yazgıya boyun eğip, aklında beğenmek ya da beğenmemekten hiç eser bile olmaksızın, damadı sadece görme merakıyla cibinliğe girdi ve sonra kaçarak çıktı. Kızın o güne kadar hiç duymadığı