Garsonları değiştirelim diyor annem, yakışıklıları alalım ne de olsa kızlar daha çok geliyor kafeye, oğlanlar Playstationcu. Onlar aldırmaz. Bir de iri bir adam. Ne olur ne olmaz, arıza çıkaran olursa müdahalesi kolay olur, diyor. Her şeyi biliyor.
Adam şaşalıyor. Yakışıklı değil çünkü. Bozuluyor biraz. Annem hemen fark ediyor. Bütün salaklar, işsizler yakışıklı, diyor. Üç kuruş paraya çalışırlar senin emrinde, diyor. Adam arkasına yaslanıp anneme bakıyor. Devretmekten vazgeçti, ortaklık konuşuluyor.
Adam evli, iki kızı varmış. Ayrı yaşamaya başlayalı bir yıl olmuş, ne güzel. Annem bayılır. Mutsuz adamları sever. Fenerbahçe’deki evine hafta sonları kızları gelirmiş. Tanısa annem de severmiş. Kızlar annelerine benzemezmiş.
Bana ilişiyor gözleri, senden birkaç yaş küçükler diyor, ablalık yaparsın. Rolüm belli oldu işte.
Annem hafta sonunu teknede geçirmeyi planlamıştır çoktan. Bensiz, kızlarsız.
Kulaklığımı takıyorum, bundan sonrasını duymak istemiyorum. Pink Floyd dinliyorum. Camdan dışarıya bakıyorum. Bir çift kumru gelip konuyor pencerenin kenarına. Yalnızca ben görüyorum. Canavar gibi bir martı pike yapıyor üstlerine. Martının gözleri kıpkırmızı. Pencere kenarında oturan birkaç şortlu kız heyecanla bağrışıyor. Telefonlar çıkıyor, videolar çekiliyor. Alt tarafı martı, mucize değil. Annem yanlarına gidip martının adı Jonathın diyor. Kızlara Martı’nın hikâyesini anlatıyor. Kızlar hayran dinliyor. Adam hayran, anneme bakıyor. Foto çekiliyor, annemle kızlar yanak yanağa. Martı fonda. Annem masaya döndüğünde adam annemi alkışlıyor. İşletmeci dediğin böyle olur, diyor. Gençleri iyi anlıyorsunuz, diyor. Annem duralıyor. Bir şey söyleyecek gibi oluyor, gözü bana ilişince vazgeçiyor.
Ben de gencim şekerim, diyecekti ben biliyorum. Demiyor.
Adam bir ara masadan kalktığında annem kolumu tutup sıkıyor. Kulaklığımı işaret ediyor. Çıkarıyorum. Ben biraz daha buradayım, sen istiyorsan eve git, diyor. İstemiyor artık uydusunu. Siyah kazağımı, siyah kotumu, siyah boyadığım gözlerimi, belimden taşan kilolarımı istemiyor.
Gecikirim, sen beni bekleme, takıl, diyor. Takıl.
Ben bu adamla sabahlayacağım diyor gözleri. O benimkileri okumayı bilmiyor ama ben onun içini okumayı biliyorum. İçimden bir ateş yükseliyor. Dudaklarımı sıkı sıkı kapatıyorum. Tek kelime etmeden kalkıyorum. Merdivenlere doğru giderken adamla karşılaşıyorum.
Oo kalktınız mı, akşam yemeğe gidecektik ama, diyor. Gözlerindeki belirgin açlığa bakıyorum. O da bir bana bir anneme bakıyor. Bir şey söyleyeceğimi zannediyor. Söylemiyorum. Adamı arkamda bırakıp hızlı hızlı iniyorum merdivenlerden. Adamın rahatladığına eminim. Sorunlu kız da gitti, manita ona kaldı.
Kafenin pilavcı olacak ilk katından kendimi sokağa atıyorum. Arkamdan gülen sesi geliyor sanki kulağıma, annemin.
Kalabalığa karışıyorum.
Buraya her geldiğimde yaptığım şeyi yapıp önce plakçıya gidiyorum. Para biriktiriyorum. Pikap aldığımda alacağım ilk plak da belli. Seçtim çoktan. Patti Smith’ten Set Me Free…
Yüzümde akşam güneşinin izleri, ağlayacak ne var ki…
Kalabalığın ortasında kaybolmaktan memnun, yürüyorum. Oysa bir yandan kalbimde bir sıkıntı. Gün bitiyor, ondandır diyorum kendime, gün bitiyor. Önümüzdeki ay sınav var. Sınava bir ay var. Ankara, olmadı İzmir, olmadı Eskişehir. Buradan uzakta. Bana alınmış gibi yapılan, bana iki beden küçük mini eteklerden uzakta…
Yıkanmaktan siyahlığı bozulmuş kazaklara eğer bakarsa, gözlerini devirenden uzakta.
Sabah gelip boynundaki morluklarla kendini yatağa atandan uzakta…
Hep kendi sevdiği yemekleri yapandan uzakta…
Ben hep sevilen oldum, hep sevildim, bu hayattaki en muazzam şey, diyenden uzakta…
Minibüste cam kenarına oturdum. Başımı cama dayadım. Canım müzik dinlemek de istemiyor. Hava sıcak. İçerisi kalabalık. Biraz ayak, biraz ter, biraz da mutsuzluk kokuyor içerisi. Minibüse inip binen insanlara bakamıyorum. Karanlık, kavruk yüzleri gülmüyor. Gülseler bir dert gülmeseler bir dert. Başımı çevirip cama doğru hohluyorum. Nefesim cama yapışıyor. Camdaki buğuyu elimle karalıyorum. Buğudan yaşlar akıyor. Sonra bir kere daha hohluyorum. Kocaman bir nefes kirli camda solarken ben minibüsten iniyorum. Yaşadığıma dair kalan o iz çoktan kaybolmuştur bile. İçimdeki sıkıntı ağırlaşıyor. Tam önünde durduğum apartmanın dördüncü katına bakıyorum. Bir zamanlar babamın baktığı yerden, bana el salladığı yerden. Annemle o henüz benim yaşımdayken taşındıkları ev. O da pencereye buğu bırakmış mıydı acaba, bana ondan bir anı gibi kalan, ânında uçup giden. Ev boş. Ben eve girdiğimde doğru odama gideceğim. Başucu lambamı yakıp kitabımı okurken sokaktan bizim eve bakanlar karanlık pencereleri görecek. Birkaç ay sonra ben yokken bu karanlık sıradan bir karanlık olacak.
Kulaklığımı taktım. The Hoosiers’t-ın The Trickt to Life çalıyordu.
Uğurlu Sokak
Uğurlu sokak. No kırk bir. Cebeci, Ankara. Sabahın bu saati o kadar karanlık ki hiç aydınlanmayacak gibi duruyor. Gökyüzü dumanlı ve yağmurlu. Cebimdeki anahtarlığı şıkırdatıyorum. Ucunda nazarlık olan anahtar. Dış kapı, iç kapı, yazlığın anahtarı hepsi bir arada duruyor. Hava buz gibi. Anahtarlık elimi yakıyor. Teyzeme dönüp bakıyorum. Saçları sıkı sıkı ensesinde toplanmış, o kadar saat yolculuktan sonra üstü başı pırıl pırıl. Hükümet kadın iki. Peşimde sadece onun ortopedik ayakkabılarının tıkırtısı var. Kapının önünde durdum. Bedriye Hanım apartmanı. Bedriye Hanım. Teyzem sessiz, beni bekliyor. Yukarıya doğru baktım, birkaç evdeki soluk ışık perdelerin arasından dışarıya sızıyor. Aydınlatacak kadar değil ama, sadece sızacak kadar. Anahtarı çevirdim, takıldığı bir yer vardı hatırlıyorum. Kilitte bir yere gelince iteleyip iki ileri bir geri çevirmek gerekir. İtince ağır kapıyı gıcırdar zannettim, gıcırdamadı. Çok eski oysa. Ben gittiğimden beri. Işık yanınca apartmanın dar merdivenleri aydınlandı. Hem dar hem geniş. Bir kat çık, vardım sanırsın ama yok, iki kat çıkman gerekir. Evler yüksek tavanlı. Ferah. Dördüncü kat. Birkaç yıl önce taktırdığımız çelik kapı. Üzerinde Bedriye Çağ yazan. Bedriye Hanım. Fizik öğretmeni. Doksan dokuz yaşında. İdi. Girince ilaç kokusu çarpıyor insanın yüzüne önce, arkasından belki sadece benim duyacağım parfüm kokusu. Parfümü kokuyor diyor teyzem, şaşırarak ona bakıyorum. Varlığını unutmuştum. Hem unutmama hem de o kokuyu yalnız almama izin vermez. Hükümetten izinsiz bir şey yapılmaz bu evde. Bedriye Hanım ilk hükümet, teyzem ikinci. Geçit yok. O özel sandığım şeylerin bana özel olmadığını erken anlamıştım zaten. Elimdeki bavulu eski odama sürüklüyorum fark etmeden, teyzem peşimde, tabii çünkü onun da odası orası. Eski kitaplığım, kitaplarım, dolabım ve çalışma masam. Terliklerim bile duruyor. Dikiş yüzüğü koleksiyonum. Kitap ayraçlarım bir kupanın içinde. Şimdi dolabı açsam kutu kutu çocukluğumun izleri. Bir kutuda karnelerim, takdir belgelerim, bir kutuda fotoğraflarım, bir kutuda gazetede çıkan haberlerim. Biliyorum çünkü Bedriye Hanım her geldiğimde törenle kutuları açar, içindekileri tarih sırasına göre anlatırdı. Anlatırdı. Sanki başkasıymışım gibi. Geçmiş zamanlarıma hâkim olma hevesi hiç bitmedi. Teyzem yatağının üstüne koyduğu el çantasını boşaltmaya başladı. İpekli bir torbaya konmuş iç çamaşırları, triko kazakları, bir pantolon ve bir kalem etek. Kazakların takımı hırkalar.