İlk defa Adana’da şimşeklerle yağan yağmurlara ve gök gürültüsüne bağlandım.
İlk okuduğum büyüleyici kitap ‘Pal Sokağı Çocukları’ydı.
Hemen sonra okuduğum en şahane roman ‘Don Quijote’ idi.
Kendi başıma planladığım ilk yolculuk Viyana’ydı.
Satın aldığım ilk plak Nina Simon’undu.
Yazdığım ilk şey kendi kendime kederlenmelerimdi.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü’nü 1988’de bitirdim. Sonrasında hep sevdiğim işler yaptım, annelik de buna dâhil. Çocuklarım Can ve Billur doğduğundan beridir hayat daha anlamlı ve sevecen.
Son yıllarda öykü ve roman çalışıyorum, en sevdiğim iş bu oldu.
Sâye, Farsça gölge demek.
‘Sâyende’, senin gölgen yardımıyla anlamına gelen çok ince bir teşekkür.
Hayat, gölgesinde huzur bulduğumuz insanlarla güzel.
Canlı Gölgeler
Ön-Söz
Derin bir iç geçirdim, kafamda dönüp duran fikri bir türlü yazamıyorum. Teslim zamanı gelmiş geçmiş, kafamda beliren fikir bir türlü yeşermemiş. Canım sıkkın, kalkıp kendime kahve yaptım. Henüz sabahın altısı. Güneş yeni doğmuş, şehrin bir kısmını ışıklandırmışken, balkondaki masaya oturdum. Bizim ev ışıklı taraftaydı. Yok bunu metafor olsun diye düşünmedim. Hakikaten öyle. Öğlene kadar aldığımız güneşin haddi hesabı yok. Martılar uykusuzluk çekiyor, uyuyanlara da sinir oluyorlar.
Kahvemden koca bir yudum alıp kafamı toplamalıyım. En kolay gelen en zormuş kardeşim. Sanki zihnimde bir bulut var, sözcükler orada salınıp duruyor. Bir türlü istediğim gibi sıralayamıyorum. Kafamın içinde bir ses, yapamazsın, diyor, sen kimsin ki…
Tanıdık bir ses ama bir türlü tanıyamıyorum, kimin bu ses, kimin… Yapamazsın, şimdiye kadar yazdıklarına hayret ediyorum, diyor. Bak iki hafta geçti bile, iki satır şeyi yazamadın. Olmuyor. Sen anca kahve iç, yemek yap, ev topla, diyor. Uslu uslu dinliyorum. Kim bu içimdeki sabotajcı, kulağıma umutsuzluk fısıldayan?
Yazdığım hikâyelerdeki kadınlar mı? Ben kadınları yazmadım ki…
Ben gölgede yaşayanları yazdım. Gölgede gönüllü yaşayanları, gölgede bırakılanları, gölgede olduğu fark edilmeyenleri yazmadım mı ben?
Türlü hayatlar yaşayan insanları, yaşarken biriktirdikleri travmaları, bir türlü gerçekleşemeyen hayalleri, kuşkuları, hevesleri, planları yazmadım mı…
Belleri bükülürken gölgelerinin biriktirdiği karanlık yanlarını taptaze taşıyanları…
Çoğu kadın, belki de bu yüzden… En çok biriktiren, en çok gölgelerine, gölgelere sığınan…
Kulaklarına fısıldayan sesleri en çok duyan, içlerinde biriken zehri farkına varmadan ekip biçenler…
Benim içimdeki ses de yapamazsın, diyor. Yaptırmayacağım, diyor.
Sesler çoğalıyor mu yoksa biz yaşlanırken? Daha çok duyup daha çok dinlediğimiz o sesler korosuna sıkı sıkı tutunuyor muyuz, öyle olmak kolayımıza mı geliyor? Kolay mı hakikaten? O seslerle biriken tortular peki, bizi biz yapan her şeyin asıl parçası değil mi o tortular. Birikir katman katman. Hayatımız gelip geçerken, kalabalıklar içindeki yalnızlığımız deniz derya olur.
Sabahın bu erken saatinde, güneş henüz doğarken kahvemden bir yudum daha aldım. Kulağımdaki sese döndüm. Susmadı, susmayacak biliyorum, anlat, dedim, daha çok anlat, dinliyorum… İnsan dediğin kocaman bir yelkenli…
Kaporta
Kaportası parçalanmış arabadan çıktım. Bacaklarım titriyor. Savrulan arabayı önce sağ arkadan vurdum. Vurunca frene yüklendim, direksiyonu kırdım. Kırınca bir daha savruldum. Yol kenarındaki korunaklara dümdüz girdim. Küfür gibi. Hava yastığının açılmamasına şaşırdım. Açılmadı. Gümleme sesi sırasında arkamdan araba gelirse bir de o çarparsa sıçtık diye düşünüyordum, hatırlıyorum. Gelmedi. Hatta ben bacaklarım titreyerek indikten sonra da gelmedi. Yola düşen plakayı aldım arabanın içine attım. Mühim bir parça, sonra hangi arabayı vurdunuz deseler plakasız olanı mı diyecektim. Olmaz öyle şey. Birileri, nereden çıkıp geldiğini anlamadığım birileri motorundan duman tüten aracıma yakın bir yere kuka koydular. Minnet duydum. Virajdan aşağı hızla inenleri de beni de korumak lazım. Allah razı olsun. Kendimi yokladım, boynumu, başımı, yok bir şey. Bir tek bacaklarımın titremesi geçmiyor. Dörtlüleri yanıp sönen arabaya girdim oturdum. Motoru çalıştırdım, çalıştı. Sevindim. Ama vites geçmedi. Niyetim, az ilerdeki köprünün altına doğru çekmekti aracı, olmadı. Motor hırıltılarla çalıştı ama vitese bir şey olmuş, anlamadım. Oturduğum yerden içeriye doğru baktım. Çantamdan fırlamış su şişesi ve ağrı kesici kutusunu gördüm. Uzanıp aldım. İçinden bir tane alıp içtim. Bagajdaki yumurtalar geldi aklıma. Kırılmışlar mıdır acaba, iyi ki süt şişesi yoktu. Patlayıp akarsa kokusu imkânsız çıkmaz. Başıma gelmişti. İki yıl önce Bodrum’da marketten alıp arka koltuğa koyduğum şişe kendiliğinden patlamıştı. Torbanın içindeydi Allahtan, çoğu torbaya dökülmüş, kenara çekip çöpe atmıştım. Eve dönünce dökülenleri silip temizleyip olayı unutmuştum. Ertesi gün arabaya bindiğimde bir koku, bir koku anlatamam. Hayvan ölüsü gibi. Anladım sütten, arabayı tekrar park yerine çekip diplere kadar sirkeli sularla silip temizledimdi, olmadığı gibi daha da beter oldu. Sorup soruşturdum, araba sattırır, dediler. Çıkmaz o koku, her yeri de kurtlandırır üstüne, dediler. Bende şafak attı. Tam bayram üstü. Bodrum’un en iyi araba yıkamacısını bulup gittiydim o zaman, arabayı bırak git abla, her tarafını sökeriz, dedi saçı sakalından az olan tamirci. Kolları bütün dövmeli. Başka türlü olmaz mı dediğimde şoför koltuğunu söktüler altı vıngır vıngır kurtlanmış… İçimden yükselen öğürtüyü bastırmak için geriye attıydım kendimi. Bir yandan da nasıl utanıyorum adamlardan. Kadın şoför diyecekler, hem salak gibi süt döküyor hem de içi bulanıyor. Derin bir nefes alıp, sökün, dedim. Ne olacaksa en iyisi olsun. Bayramda veremeyiz, bugün sökeriz, yıkar ilaçlarız. Sonra dükkânı kapatacağız zaten. İlaçla bekler üç beş gün. Sonra bir daha ilaçlar, yıkarız. Halılar da değişecek tabii, demişti tarz tamirci. Boynumu eğip razı olmuştum. Gene de olmazsa yapacak bir şey yok, demişti adam. Bir taksi çevirip dönmüştüm eve, annemler, ablamlar, ev dolu. Hepsi tatile gelmiş. Ama araba yok, iyi mi? Gözüm süt görsün istemiyorum, ne süt ne yoğurt. Burnumda o kokuyla geçtiydi o hafta. Bir hafta sonra gelmişti tertemiz, canı sağ olsundu tamircinin, epey de para ödediydim. Şimdi burada olsaydı bu halini de adam eder miydi acaba?
Tekrar çıktım arabadan. Soğuk dışarısı, kar yağıyor hafiften. Kabanımın kapüşonunu taktım ama bir işe yaramadı. İçim üşüyor. Geçen her araba yavaşlayıp bize bakıyor. Bana ve arabaya. Gözlerinde görüyorum o ifadeyi, ha kadın şoförmüş, diyorlar. Ben, demek istiyorum on beş yıldır araba kullanıyorum, bir kere süt kırdım sadece, vallahi başka kazam yok, demek istiyorum. O bakışlardan anlıyorum, inanmayacaklar bana. Sinirleniyorum. Geçenlerin kimi, iyi ki benim başıma gelmedi, çok şükür, diyor kimi de benim başıma gelmez kardeşim, içkili midir nedir, diyor. Biliyorum. Ben de böyle bakmış, ben de böyle düşünmüştüm kaza gördüğüm zamanlarda. Al işte, oluyormuş, yaşanıyormuş. Her şey insan içinmiş. Burnuma o bozuk süt kokusu gelir gibi oluyor bir an, içim bulanıyor. Yok, değil ama. Kırık yumurta varsa var. Telefonumu arıyorum, bulamıyorum. Nerede bu, bakıyorum da görmüyor muyum nedir. Buz gibi olmuş parmaklarımla şakaklarımı ovuyorum. Şifalı eller. Kendine faydası olmayan eller. Biraz daha su içiyorum. Sağ taraftaki yaya yoluna çıkıyorum. Gelenler hızlı geliyor, önce kukayı sonra da arabayı görene kadar kesmiyorlar hızlarını. Ne olur ne olmaz deyip elime plakayı da alıp kaldırıma çıkıyorum. Çevre yolunda kaldırım olması şaşırtıyor beni. Belki de benim gibiler için yapıyorlar buraları. Süt döken kadın şoförler için. Elimde plaka, çantamı karıştırıyorum telefonu bulma umuduyla. Öykü kitabının arasına sıkışmış, buluyorum. Çalışıyor sorun yok. Annemi aramıyorum; şimdi tansiyondu şekerdi. Kafam durmuş. Telefon