Kara kaşı, kara gözü babadan mirastı ona. Küçüklüğünden beri annesinin göçmen genleri yerine bu topraklarda doğup büyüyen babasına benzediğinden yakınırdı. Erkek kardeşinin yeşil gözlerine özenirdi. Esmer tenine daha bir yakışacağını düşünürdü yeşil gözlerin.
Nermin’in merkezde gösterdiği vesikalık fotoğraftaki halinden çok daha güzel bulmuştu Defne’yi. Saçları daha uzundu. Kendisi aylarca evden çıkmayacak olsa yüzünü bile yıkamaya üşenir, bir süre sonra da aynaya bakamayacak hale gelirdi. Çat kapı gittiği halde Defne’nin saçları gayet düzenli taranmış ve toplanmıştı. Işıl ışıl parlıyordu. Ne dediğini hatırlamıyordu Taner ama bir şeyler söylerken yemyeşil gözleriyle gülmüştü ona. “Yeşildi gözleri evet, yeşilin en güzeliydi.”
Aylin’i de biraz andırıyordu. “Keşke,” diye geçirdi içinden Taner “evlenmeyi kabul etseydi. Çok söyledim ama dinlemedi ki! Alelacele nikâh yapardık. Merkeze birlikte girerdik. Onun da hayatı kurtulurdu.”
Çok sevmişti onu, elinden geleni yapmıştı merkeze getirmek için. Atacağı bir imzaydı Taner’e göre. Sonra yine düşünürdü evliliği istediği kadar. “Neyse, paşa gönlü bilir. Şimdiye kadar çoktan ölmüştür o kafayla,” diye söylendi.
“Belki de Defne’yle?.. Yok yahu. Açıkça söylemedi ki Nermin Hanım. Belki de ben yanlış anladım. Yaşayıp göreceğiz…”
Yol uzun ve sıkıcıydı. Sabahtan beri durmaksızın araba kullanmaktan yorulmuştu ama yine de merkezden dışarı çıkmak için her şeye değerdi. Aylardır dışarı çıkmadığı için birinin İstanbul’a gitmesi gerektiğini söylediklerinde çok sevinmiş, hiç düşünmeden kabul etmişti. Ne kadar zor olabilirdi ki bu iş? Ankara’dan arabayla hiç durmadan İstanbul’a ve aynı gün yine Ankara’ya dönüş. Tabii ki dönerken yolu kayıt dışı biraz uzatıp Balıkesir üzerinden Güre’ye. Bu görev Nermin için fırsata dönüşmüştü.
Merkezde normale yakın bir hayat yaşanıyordu. İçeride güvende oldukları için Taner’in virüsü unuttuğu çok günler oldu. Unutmak ne güzel şeydi. Acıyı azaltıyordu. Taner o salgın dönemlerini pek yaşamamıştı aslında. Hele ondan sonra gelenlerin anlattıklarıyla kıyaslanırsa hiç yaşamamıştı. Merkezdekilerin dışarısı hakkındaki konuşmalarını korkunç bir masal gibi dinlemişti. Sonraki gece de korkudan uyuyamamıştı; cesetler, cinayetler.
Hayatında ilk defa gerçekten korktuğunu hissetmişti. O kâbus ortamında yolculuk yapacağını düşününce çıkmaktan defalarca vazgeçmişti. Gece yarısı olmasa müdürün kapısına dayanacaktı ama her şey planlanmıştı çoktan. Vazgeçemezdi. En iyisi korktuğunu belli etmemekti, o da öyle yaptı.
Yolculuk sabah kötü başlamıştı. Merkezden çıktıktan bir saat sonra yolda ezilip dağılmış ilk cesedi gördüğünde az kalsın arabanın içine kusacaktı. Arabayı durdurdu. İçeri temiz hava girsin diye pencereleri açacaktı. Ne olur ne olmaz diye vazgeçti.
Ankara’dan Edremit’e gelene kadar yollarda tek bir araba yoktu ama cesetler vardı. Korkunçtu. Yol kenarında ölüp kalmış insanları görünce kafasını çeviriyordu Taner. Bazı caddelerde cesetler yüzünden arabanın geçeceği kadar boş yol bile kalmamıştı. Üzerinden geçmemek için defalarca yoldan çıkıp kaldırımdan gitti. Neyse ki hiçbirini ezmek zorunda kalmadı. Zar zor yol alıyordu. Ağaçların altlarında üst üste yığılmış, evlerin açık kapılarından dışarı taşmış, köşe başlarındaki büyük çöp kutularının içine atılmış ölü insan bedenleri vardı. Bazıları öleli günler geçmiş olmalıydı; parçalanıp dağılmışlardı. Bazılarıysa daha tazeydi cesetlerin. Kolları bacakları yerindeydi en azından.
Bursa’ya yaklaşıyordu artık. Bu sefer çevre yolu ayrımını kaçırmamalıydı. Gelirken çevre yolu girişini kaçırıp şehrin içinden geçmek zorunda kalmıştı. O yolda karşılaştığı manzara ömrü boyunca aklından çıkmayacaktı. Bursa’ya kadar etraftaki tek tük cesetler dışında yollar temizdi. Ama şehrin içi faciaydı. Anlaşılan Bursa’da cesetlerin toplanmasında sorun yaşanmıştı.
6 Ağustos 2024, Deniz
Deniz’le yaptığı son telefon konuşmasında “Zamanın milattan önce ve milattan sonra diye ikiye ayrılması gibi, artık her şey salgından önce ve salgından sonra diye anılmaya başladı,” demişti Nermin.
Bir ay kadar önceydi. Bir daha da aramadı zaten. Deniz’in onu araması da olanaksızdı. Karısının nerede olduğunu bile tam olarak bilmiyordu.
Nermin’in gönderdiği mektubu elinden bırakamamıştı hâlâ, tekrar tekrar okuyordu. Belki de iyi olacaktı Defne’nin gitmesi, en azından Defne için iyi olacaktı. Mert, ablası olmayınca daha da sıkılacak ve ona saracaktı ama en azından evde canı sıkılan kişi sayısı azalacaktı. Böyle dört duvar arasında can sıkıntısı kaçınılmazdı ama her gün onları oyalamaya çalışmaktan Deniz de çok yoruluyordu.
“Haklısınız çocuklar, hayat denen şey bazen sıkıcı olabiliyor. Hele sizin gibi kendini sürekli eğlenmek zorunda hissedenler için hayat bayağı sıkıcı,” diyor ve bunları söylerken ister istemez gülüyordu. Çocuklar “Aman baba,” diye mızıldanmadan tekrar başlıyordu nutuk çekmeye.
“Üstelik burada karantinadayken her zamankinden daha sıkıcı kabul ediyorum ama asıl marifet, bu sıkıcı hayatta güzel anlar yaşayabilmek ve bu güzel anların sayısını artırabilmek. Sizi mutlu eden şey her ne ise ona yoğunlaşabilmek. Halinizden şikâyet etmek yerine sahip olduklarınızın kıymetini bilin. Ben böyle söyleyince size nasihat ediyormuşum gibi geliyor. Sizler de tüm bunları zamanla yaşayarak öğreneceksiniz. Ben sadece daha hızlı öğrenmeniz için size yardım etmeye çalışıyorum,” diyordu.
Çocuklarının onu belki bir gün anlaması umuduyla bu sözleri farklı zamanlarda, farklı şekilde tekrarlamaktan bıkmıyordu ya, çocuklar anlamamakta ısrarcıydılar. Belki de anlayabilecek olgunluğa gelmemişlerdi daha. Ya da duvarın sert olduğunu anlamaları için babalarının söylemesi yetmiyor, gerçeklerle karşılaşmak için o duvara toslamaları gerekiyordu.
Ayağa kalktı. Kaç saattir pantolonunun içinde sıkışıp kalmış olan göbeği bir an önce dışarı çıkmak için can atıyordu. Pantolonun üst düğmesini çözer çözmez rahat bir nefes aldı. Evin içinde hareketsiz kalmaktan kilo almıştı. İçine sığabildiği bundan başka da pantolonu kalmamıştı. “İyi de dışarı çıkarken niye pantolon giyiyorum ki? Bundan sonra eşofmanla çıkacağım,” diye geçirdi içinden.
Terlemişti o koca sepeti taşırken, saçları da dağılmıştı. Tarağı aradı odanın içinde, bulamadı. Aynanın yanında olurdu hep. Aynaya baktı, el âlemin karşısına bu halde çıkmıştı. Zaten az saçı vardı, onlar da stresten dökülmüşlerdi burada. Nermin görünce haline gülecekti kesin. O bile kendi kendine gülüyordu zaman zaman.
“Olsun, Nermin’im beni böyle de sever.”
Güzelliğine vurulup evlendiği karısının şefkatiyle teselli buluyordu şimdi. “Yaşlılık maskaralık,” derdi babam, ne kadar haklıymış. Bugün kendimi yaşlı ilan ediyorum. Zaten Nermin de son zamanlarda kilo aldım diye dertleniyordu.
Yirmi sene önceki pantolonlarını hâlâ giyebiliyor olmasıyla övünür mü insan? Benim güzel karım gençliğindeki formunu koruduğunu bu şekilde hatırlatırdı bana. Kızıyla yarışacak utanmasa.
Evet,