Genç Rahmi’nin Hikâyesi. Emin Göncüoğlu. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Emin Göncüoğlu
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6862-87-6
Скачать книгу
kutu meyve suyunu ona doğru uzattı.

      “Başka yok mu?”

      “Yok efendim! Ucuz olduğu için yalnız bunlar var.”

      Metin, “Keşke şehirden bir yerden alsaydım.” diye içinden söylendi.

      “Ne yapalım ver bakalım.”

      “Kaç kutu?”

      Altı. Siyah poşetin içindeki kutuları alan Metin, parasını vererek ayrıldı oradan. Arabaya bindi. Elindeki poşeti arkada oturan Sinem’e uzatırken:

      “ ‘Niye istediğimizi almadın?’ diye kimse sormasın. Bundan başkası yoktu çünkü.” Sinem kutulardan birini çıkarınca:

      “Ama baba!” diye mızmızlandıysa da, buz gibi içeceği sıcaktan kuruyan boğazından içeri boşalttı.

      “Başka çareniz yok, itiraz istemem.”

      Metin motora gaz verip hızlanırken, yolun her iki yanına dizilmiş birkaç tane un ve bulgur fabrikasını geçtiler. Önlerinde, yolun kenarına sıra sıra dizilmiş yoksul ve bakımsız evler görünüyordu. Yol kenarlarında tozun toprağın içinde küçük çocuklar oynuyorlardı. Çoğunun ayağı çıplak, burunları sümüklüydü. Güneş yanığı yanakları ince ince çatlamıştı. Aralarından bazıları resimlerdeki çocuklar kadar güzeldiler. Ama onlardan bir farkları vardı; gerçek yaşlarından daha küçük ve ufak görünüyorlardı. Bozuk yoldaki, küçük çukurların içine girip çıkan beyaz otomobil hızla geçti yanlarından. Küçük çocuklar, arkalarda, araba uzaklaştıkça daha da küçülerek bir süre sonra, görünmez hâle geldiler.

      “Babanı sık sık aramayı ihmal etme, yoksa unuturlar bizi burada. Haydi biz neyse de, Sinem’in okulu düşündürüyor beni. Son sınıfı orada okusun bari. Hem kaliteli bir dershane takviyesi almadan iyi bir fakülteye giremez.” dedi Tülay.

      “Sen merak etme hayatım, elimden gelen çabayı sarf ediyorum. Bu işin ne kadar zor olduğunu bilirsin. Genel müdürlüğe gerekli başvuruları yaptım. Bizim bankada bu işlerin ne kadar zor yürüdüğünü söylemeye gerek var mı? Sen üzme kendini, haber bekliyorum.”

      “Alnımdaki son çizgi bu şehirde oluştu. Onlara yenileri eklenmeden doğduğum, büyüdüğüm balık ve deniz kokulu, yosun kokulu şehrime dönmek istiyorum. Çocukluğumun geçtiği sokakları, baharat kokulu Mısır Çarşısı’nı, Çiçek Pasajı’nı, midye tavayı, Eminönü’ndeki sandallarda yanmış yağda kızarmış balık kokusunu, martı kuşlarının seslerini, vapur düdüklerini, kalabalık serin çarşıları çok özledim.”

      Güneşin tepeye iyice dikilmesiyle daha da ısınan hava arabanın açık olan penceresinden içeri dolarak Tülay’ın pürüzsüz ve beyaz tenini yakıyordu. Terden ıslanan saçlarını parmak uçlarıyla açarak geriye attı. Çantasından güneş gözlüğünü çıkardı, kamaşmaktan yorulan gözüne taktı. Rahatlamıştı.

      “Sıcak olmadan bana da bir kutu verir misin? Bak, baban içiyorsa ona da ver!” diye Sinem’e seslendi.

      “İsterim!”

      Duvarlarında kırmızı yağlı boyayla “Bakkal, Fırın, Fennî Yem Satılır” gibi bazılarının bir harfi eksik yazılmış, birkaç yoksul görünüşlü dükkânı hızla geçtiler. Önlerinde yolun sağında etrafı iyi düzenlenmiş büyük bir benzinlik görünüyordu. Uzaklarda sıra sıra tepeler vardı. Üstleri ağaçsız ve çıplak. Bir yangından çıkmış gibiydiler. Eteklerine kurulmuş yüzlerce, belki de binlerce, tek katlı briketten ev, köyden kente göçün önemli bir belirtisi gibi üstüne kül elenmiş, renksiz ve cansız duruyorlardı. Tepelerin eteklerinde ucu bucağı olmayan dev bir köy kurulmuştu sanki. Yola yakın evlerin önünde kadınlar yürüyordu yöresel kıyafetleri içinde. Hepsinin elbiseleri renkli, parlak ve göz alıcıydı. Yerde sürünen eteklerine tutunmuş küçücük çocuklarla, sırtlarındaki bebeklerle yürüyor, yürüyor, yürüyorlardı. Sanki nereden gelip nereye gittikleri belli değilmiş gibi. Ağır gittiği için yolu tıkayan bir traktörü klaksonla uyararak hızla geçtiler. Yolun solundaki tek katlı yapıların bitmesiyle yemyeşil uçsuz bucaksız bir düzlük çıkıverdi ortaya. Ufku, başları dumanlı sıra sıra tepelerde yok olan yeşil bir denizin içinde yerçekiminden kurtulmuş gibi uçarak gidiyorlardı. Gördükleri manzara karşısında heyecanlanmışlardı.

      “Harika!” dedi Metin, Tülay’a.

      “Etrafı sıra sıra tepelerle çevrili yemyeşil, büyülü bir gölü andırıyor. Muhteşem!”

      “Göl değil anne. Bu, içinde gemiler yüzmeyen yeşil bir deniz. Aman Allah’ım! Ne kadar güzel!”

      “Şehrin dar duvarlarının arasından çıkınca ne güzel bir manzarayla karşılaştık. Büyüleyici, üç yıla yakındır buradayız. İlk defa bu kadar heyecanlanıyorum. Yeşil rengin bu kadar fazlasını, bu kadar büyüleyicisini ilk defa görüyorum. Masmavi engin denizleri seyrederken duyduğum şeyleri duyuyorum. Ufukların bu kadar uzak olduğunu bir denizlerde bir de burada görüyorum.” dedi Tülay.

      Yol boyunca yeşil tarlaların içine gömülü telefon direkleri, beyaz otomobil arada bir soluklanıp öne atıldıkça, bir bir arkaya doğru sanki uçarak kayıyorlardı. Ötelerde tepesi aşağıya doğru, yağmur sularıyla yarılmış yığma bir tepe ve önünde dalgalanan yeşilliğin ortasında küçük bir leke gibi duran beş on tane ev seçiliyordu.

      “İyi ki zorlamışım sizi, yoksa gelmezdiniz.”

      “Aferin benim güzel kızıma.” diyen Metin arabaya gaz verip daha hızlandırdı.

      “Ne güzel doğa! Bozulmamış, ilk şekliyle duruyor karşımızda.” dedi Tülay iri ela gözleri önlerindeki yemyeşil ovanın derinliklerindeyken.

      “Yanılıyorsun canım. İnsanoğlu her yerde olduğu gibi yapacağını burada da yapmış. Bak şu ufku kapatan sıra sıra tepeleri görüyor musun? Başları çıplak ve bomboş. Oysa bir zamanlar zengin ormanlarla kaplıymış. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde Van’dan yola çıkan bir sincabın, başı göğe eren meşe ormanlarında daldan dala sıçrayarak ayağı yere değmeden Akdeniz’e kadar ulaşabildiğini söyler. Şimdi öyle mi? Yeşil bir tepe görünce neredeyse şaşıracağız. Babamızın malı gibi yiyip bitiriyoruz dünyamızı.”

      Eskisi topraktan, yenisi betondan evlerini asfalt yolun her iki yanına sermiş ağaçsız bir köye yaklaştılar. Çoğu tek katlı, bazıları betondan yapılmış iki katlı evlerin önlerinde, damlarında sıcak yaz geceleri yatmak için demirden renk renk tahtlar göze çarpıyordu. Kurumuş tezekler üst üste yığılı, yaş olup da kurumayı bekleyenler evlerin önlerindeki boşluklara yayılmıştı. Kadınlar başlarındaki kovalarda su taşıyorlardı evlerine. Hepsi zayıf, belleri ince ve dimdik yürüyorlardı. Beyaz otomobilin burnu, yüzü çopur çopur olan dar ve siyah asfalt yolda titreyerek ilerliyordu. Yol boyunca uzun kanaletler beliriverdi köyü geçince. Uçsuz bucaksız ovanın, binlerce yıllık susuzluğunu dindirsin diye yapılmış. Yolun sol tarafında genişleyerek yayılan yemyeşil ovanın derinlerindeki sıra sıra tepeler önlerinde bir yay gibi kıvrılarak, ufku daraltıyor, yolun sağ tarafına geçerek ona paralel yüksek bir duvar gibi yaklaşıyordu. Upuzun, ince ve siyah yolun uzak noktalarında parlak ve titrek görüntülü seraplar beliriyordu. Kenarı yeşil otlarla boyalı çopur yüzlü yolun uzak noktalarındaki parlak ve titrek görüntülü seraplar beyaz otomobil ilerleyip öne atıldıkça sanki ondan korkup kaçarmış gibi yerde kayarak daha ötelere uçuyordu. Bu kovalamaca gitmek istedikleri yere on kilometre kaldığını gösteren sarı tabelanın bulunduğu kavşaktan ovanın geniş ve yeşil karnına doğru saplanan ara yola girinceye kadar devam etti. Beyaz otomobil ileri atılmak için çırpınıp durdukça siyah tekerleriyle çiğnediği yolu önden yutuyor, sonra arkasından dışarı fırlatıyordu.

      “Doğduğumuz