“Alnımdaki çizginin altına küçük bir çizgi daha eklenmiş.” dedi. Sonra da gözlerini Metin’in aynadaki görüntüsüne çevirdi.
“Yaşlanıyoruz!” dedi, Metin huzurlu bir sesle.
“Ne kadar kötü!”
“Ama yaşamın değişmez gerçeği bu.”
“Yaşlanmaktan nefret ediyorum. Zaman ne kadar da hızlı geçiyor değil mi?”
“Evet büyük bir hızla aşağı düşer gibiyiz.”
“Neredeyse üçüncü yıla yaklaşıyoruz buraya geleli.”
“Sanki dün gibi!”
“Uzun zannettiğimiz yıllar ne kadar kısa, değil mi?”
“Boşuna dememiş şair ‘Delikanlı çağımızdaki cevher. Gözünün yaşına bakmadan gider.’ diye.”
“Metin moralimi bozma Allah aşkına!”
“Yaş otuz beş, yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher.
Yalvarmak yakarmak nafile bugün.
Gözünün yaşma bakmadan gider.
Biz yolun yarısını geçeli neredeyse altı yıl oldu.”
“Senin oldu.” dedi Tülay uykusundan iyice kurtulmuş bir sesle.
“Ne fark eder üç yıl veya beş yıl, önemli olan inişe geçtik mi geçmedik mi?”
“Fark eder, fark eder!” dedi Tülay titrek bir sesle.
“Babacığım aşk olsun size, ben mutfakta çırpınıyorum, bir an önce işimizi bitirip çıkalım diye, siz burada ağız ağıza vermiş şiir okuyorsunuz. Sırası mı şimdi?” dedi Sinem yatak odasına girerek. Sesi küsmüş gibi kırgın çıkmıştı. Babası yerinden kalkarak gidip ona sarıldı ve:
“Ne yapayım, annene şiir okumazsam yataktan çıkmıyor ki.” dedi, neşeli bir sesle.
“Sizi gidi iş birlikçiler sizi!” diyerek oturduğu tabureden kalkan Tülay mutfağa yöneldi. Sinem’in hazırladığı masayı kontrol ettikten sonra tuvalete girdi.
“Babacığım, ne olursun! Anneme çabuk olmasını söyle.”
“Sen de bu kadar sabırsızlanma yavrum. Gideceğimiz yer orada duruyor. Yarım saat erken veya geç gitmişiz, ne fark eder?”
“Sıkıldım ama!” diye somurttu Sinem.
“Haydi gel bakalım, kahvaltımızı yapalım biz.”
“Birisi şu müziği kıssın!” diye Tülay’ın sesi duyuldu.
“Git şunu biraz daha kıs yavrum, annen bugün azıcık tersinden kalktı.”
“Ne oldu ki?”
“Hiçbir şey yok. Sadece orta yaş hüznü biraz.”
Sinem odasına girip, müziğin sesini daha kısarken, babası dinç ve diri gövdesini mutfağa taşıyarak masanın başına oturdu. Tülay alnında beliren yeni çizginin sıkıntısından bir şey yemedi. Babayla kız kahvaltılarını yaparken, yatak odasına dönen Tülay, bir yandan giyinirken bir yandan da endişeli bir hâlde tuvalet aynasının önüne tekrar tekrar giderek alnında yeni fark ettiği ikinci çizgiye bakıyordu.
“Fotoğraf makinesine film taktırdın mı?”
“Taktırdım kızım, arabada.”
Evdeki işlerini bitirip dışarı çıktılar. Yıllarca çalışıp çift maaşlarından keserek alabildikleri beyaz renkli doksan model yerli otomobilleri apartmanın bahçe duvarının önünde duruyordu. Dışarıda insanın gözünü kamaştıran cilalı bir parlaklık vardı. Üçü de sözleşmiş gibi camlarını açtılar. Arabanın içi sıcaktan kaynıyordu.
“Metin çabuk hareket etmezsen sıcaktan ölebilirim!”
“Şimdi gidiyoruz canım!”
“Orada içecek bir şeyler var mıdır acaba?”
“Nereden bileyim kızım? Daha önce görmüşlüğüm var mı ki?”
“Yeteri kadar benzinimiz var mı?”
“Var canım var!”
Homurdanarak yerinden kalkan araba, ara sokakları dolanarak ana caddeye ulaştı. Caddenin köşesindeki küçük dönerci dükkânı yeni günün aceleci müşterileriyle dolmaya başlamıştı. Dönerci ustası gür ateşte yanan ocağın önündeki döner şişine ustalıkla yerleştirilmiş, pişen gövdeden, elindeki uzun bıçağıyla ince ince dilimler keserek diğer elinde tuttuğu kısa saplı, ağzı geniş küreğin içine dolduruyordu. Bütün bunları yaparken az önce önünden geçen arabanın arka penceresinde Sinem’in iri mavi gözlerini fark edince, ocağın önünde buram buram terleyen kısa yağlı gövdesi durduğu yerde hafifçe titredi. Hafta sonu olduğu için dar ve uzun caddenin kaldırımları daha kalabalıktı. Arabanın hareket etmesiyle içeri dolan sıcak havaya rağmen az da olsa ferahlamışlardı. Fakat yine de:
“Bu sıcak dayanılır gibi değil.” dedi Tülay.
“Haklısın canım her taraf alev alev yanıyor sanki. İnsanlar fazladan bir de bu sıcakla boğuşuyorlar.”
“Zor bir coğrafya! İşsizlik, yoksulluk, eğitimsizlik diz boyu, İstanbul’u özledim.” dedi Tülay içini çekerek.
“Şimdi boğaz ne güzel püfür püfür esiyordur. Rumeli Kavağı’nda bir bardak demli çaya ya da Sarıyer’de küçük bir kıyı lokantasında, taze lüfer ızgaraya neler verirdim, neler!”
“Anne ne olursun yine başlama!”
“Sen özlemedin mi kızım?”
“Özlemesine özledim, ama ben şu an burayı yaşıyorum ve gideceğimiz yeri merak ediyorum.”
“Tam bir yıldır ne tiyatroya ne de bir sinemaya gidebildik.”
“Az kaldı canım. Babamla telefonla görüştük. ‘Ne zaman geleceksiniz?’ diye soruyor.”
Caddenin ortasına dikilmiş sarımtırak kalker taşından yapılmış Şehitler Anıtı’nı dolanarak daha dar bir yola saptılar.
“Tayin işini de konuştun mu babanla? Teftiş kurulundaki arkadaşıyla görüşmüş mü?” diye sordu Tülay, açık duran pencereden hızla değişen görüntüleri izlerken. Metin, önündeki taşıtların azalmasıyla vites büyüterek hızlandı.
“Babacığım, bak yolun kenarında bakkal dükkânı var! Boğazım kurudu, içecek bir şeyler alalım!” Metin az önce hızlandırdığı arabayı yavaşlatıp, yolun kenarındaki, çoğunlukla şehre gelip sonra köylerine geri dönenlerin uğrayarak bir şeyler aldığı, küçük dükkânın önünde durdu. Esmer, orta boylu birisi dükkânın önüne sıra sıra dizili meyve ve sebze kasalarının yanında oturduğu iri siyah taşın üstünden kalktı. Arabanın içindeki Tülay’la, Sinem’i ilgiyle izliyordu. Metin kapıyı açıp aşağı inerken karısını yanıtladı:
“Tayin