Aslında her türlü kabalıkta haklı olurdu bu iyi, uslu Mendel; zira sadece bir yabancı, bir bilinçsiz -kendisinin deyimiyle bir “zırcahil”böyle aşağılayıcı bir teklifte bulunabilirdi ona, yani Jakob Mendel’e. Sanki bir kitapçıdaki çırağa veya kütüphane çalışanına bir kitap ismi yazıp vermek gibi bu emsalsiz, hiçbir zaman basit ve yardımcı malzemeye ihtiyaç duymayan bu elmas gibi bir kitap beyni olan insana. Ancak daha sonra bu kibar teklifimle onun nadide zekâsını ne kadar çok incitmiş olduğumu anladım; çünkü bu küçük, ezik, kendi sakalının içine gömülmüş ve üstelik kambur Galiçyalı Yahudi Jakob Mendel, dev bir hafızaya sahipti.
Bu kireçli, kirli, gri yosunlarla kaplı alnının arkasında her bir kitabın kapağına basılmış olan her isim ve başlık, görünmez hayalet yazısıyla çelik döküm puntolarla yazılmıştı. İster dün yayımlanmış olsun, ister iki yüz sene önce, o hemen ve doğru olarak yayınlandığı yeri, yazarını, yeni ve antika fiyatını, her kitapta hiç hatasız cilt kapağını, içindeki resimleri ve orijinalinden kopyalanmış eklentilerini bilirdi. Her eseri, ister ellerine almış, ister sadece uzaktan bir vitrinde görmüş veya kütüphanede gözüne ilişmiş olsun, bir sanatçının dünya için henüz görünmez olan ancak kendi kafasında eserini gördüğü gibi, aynı optik netlikte görürdü. Örneğin bir kitap Regensburg Sahaflar kataloğunda altı marka satılıyorsa, aynı kitabın bir başka nüshasının iki sene önce bir Viyana müzayedesinde dört krona satıldığını ve aynı zamanda da alıcısının kim olduğunu bilirdi. Hayır: Jakob Mendel hiçbir başlığı, hiçbir sayıyı unutmaz, sürekli sallanan, daima karışan kitapların evrenindeki her bitkiyi, her tek hücreliyi, her yıldızı bilirdi.
Her konuda o konunun uzmanlarından daha fazlasını bilirdi; kütüphanelere kütüphanecilerden daha fazla hâkimdi; birçok firmanın depoları sahiplerinden daha iyi ezberindeydi ve bu, onların not kâğıtlarına, kartotekslerine rağmen böyleydi. Ve kendisinin büyülü hafızasından, sadece yüz farklı örneği sıralayıp açıklayabileceği, çözümleyebileceği kıyaslanamaz hatırlama yeteneğinden başka hiçbir şeyi yoktu. Tabii bu hafızanın böylesine tartışılmaz, şeytani bir biçimde eğitilebilmiş ve gelişebilmiş olması, her mükemmeliyetin gizemi gibi, yoğunlaşarak olmuştu. Bu garip insan dünya hakkında kitaplar dışında hiçbir şey bilmiyordu; zira varoluşun tüm olayları onun için ancak harflere dönüştüğünde, bir kitapta toplandığında ve eşit biçimde sterilize edildiğinde başlıyordu.
Ancak o, bu kitapları bile anlamları, duygusal ve hikâyemsi içerikleri için okumuyordu: Onun tutkusu sadece ismi, fiyatı, yayınlanma şekli, kapak sayfasıydı. Verimsiz ve yaratıcı olmayan, normalde bir kitap kataloğunda yazılı olan sadece yüz bin haneli başlıklardan ve isimlerden oluşan bir rehber, memeli bir hayvanın yumuşak beynine basılmıştı, ancak Jakob Mendel’in kendi sahaflık alanında eriştiği bu deha, Napolyon’un fizyonomide, Mezzofanti’nin lisanlarda, Lasker’in satranç oyunlarında, Busoni’nin müzikte ulaştığı mertebeden aşağıda değildi.
Bir seminerde, kamusal bir yerde faydalanılsa, bu beyin binlerce, yüzbinlerce öğrenciye ve âlime pek çok şey öğretir, onları şaşırtır, bilime çok şey katar ve bizim kütüphane dediğimiz o kamusal hazine odaları için emsalsiz bir kazanç olurdu. Ancak bu üst kademedekilerin dünyası Talmud okulunu bitirmekten öteye gidemeyen küçük, eğitimsiz Galiçyalı sahaf için ebediyen kapalıydı; böylece onun bu olağanüstü yetenekleri ancak Gluck Kafe’deki o mermer masasında gizli bilim olarak ortaya çıkmaktaydı. Ancak günün birinde büyük bir psikolog gelir de (ki bu hâlâ entelektüel dünyamızda eksiktir), inatla ve sabırla hayvanların anormalliklerini düzenleyip sınıflandıran, diğer taraftan tüm oyun biçimlerini, özelliklerini ve bizim hafıza dediğimiz büyülü gücün ilk biçimlerini ve varyasyonlarını tek tek açıklayan Psikolog Buffon gibi insanları araştırırsa, Jakob Mendel’i, bu fiyatların ve kitap başlıklarının dâhisini, bu sahaf biliminin isimsiz ustasını hatırlaması gerekir.
Onu tanımayanlar için; Jakob Mendel, küçük bir kitap pazarlamacısıydı. Her pazar Yeni Özgür gazetesinde ve Yeni Viyana gazetesinde aynı ilan yayımlanırdı: “Eski kitaplar alıyor, en iyi fiyatı veriyorum. Hemen gelin. Mendel, yukarı Alser Caddesi.” Sonrasında da Gluck Kafe’nin telefon numarası. Mendel depoları araştırır, her hafta yaşlı, imparatorlar gibi sakalı olan bir hamalla beraber yeni ganimetlerini önce ana depoya, oradan da başka yerlere taşırdı; çünkü kitap ticareti yapabilmek için gerekli ruhsatı yoktu. Bu yüzden de az gelirli bir sahaf olarak kaldı. Üniversiteliler ona eski kitaplarını satar, bir önceki sınıfın kitapları onun ellerinden bir sonraki genç öğrencilere geçerdi. Ayrıca küçük bir bedel karşılığında, aranan her eseri araştırır ve temin ederdi. Ondan bilgi almak ucuzdu. Onun dünyasında paraya yer yoktu; zira kimse onu hep aynı eski ceketi dışında bir kıyafetle görmemişti. Sabah, öğleden sonra ve akşamları, sütünü ve iki küçük ekmeğini, öğleyin yakındaki lokantadan getirilen ufak bir yemeği yerdi. Sigara içmez, kumar oynamaz, hatta onun için yaşamaz denebilirdi. Sadece gözlük camlarının arkasındaki iki gözü yaşıyor ve o gizemli beynini sürekli kelimelerle, kitap başlıkları ve yazar isimleriyle besliyordu. Ve bu yumuşak, üretken kütle tıpkı bir çayırın yağmurun binlerce damlalarını emdiği gibi, bu besini iştahla emiyordu. İnsanlar onu ilgilendirmiyordu ve tüm insani tutkulardan belki de tek bir tanesini biliyordu, doğal olarak en insanisini, kendini beğenmişliği. Birisi yüzlerce yere sormaktan yorgun düşüp ona geldiğinde ve o hemen bilgi verdiği zaman, bu durum bile onun için yeterliydi, bunun dışında belki bir de Viyana’da ve dışında onun bilgisine saygı ve ihtiyaç duyan birkaç düzine insanın olması da onda memnuniyet, sevinç yaratırdı.
Milyonlarca şirketin oluşturduğu ve bizim büyük şehir dediğimiz yerlerde az da olsa tek ve aynı evreni ufacık yüzeylerinde yansıtan, çoğu insan için görünmez, sadece işin uzmanları, aynı tutkuyu paylaşanlar için değerli olan birkaç küçük yer vardır. Ve bu kitap tutkunlarının hepsi Jakob Mendel’i tanırdı.
Nasıl bir müzik eseri hakkında tavsiye almak istendiğinde müzik dostları derneğinde, gri başlığıyla dosyalarının ve notalarının arasında oturan ve ilk bakışta en zor problemleri gülümseyerek çözen Eusebius Mandyczewski’ye gidiliyorsa, nasıl bugün hâlâ eski Viyana tiyatrosu ve kültürü hakkında bilgiye ihtiyacı olan herkes kesinlikle her şeyi bilen Glossy Baba’ya müracaat ediyorsa, Viyanalı kitapseverler özellikle zor bir konunun açıklanması gerektiğinde aynı düşüncelerle Kafe Gluck’a, Jakob Mendel’e doğru yola çıkardı.
Böyle bir konsültasyonda bulunmak genç ve meraklı olarak bana özel bir haz verirdi. Diğer zamanlarda önüne az değerli bir kitap konulduğunda, kapağını hor görürcesine kapatıp sadece “İki kron.” diye homurdanırken, nadir bulunan veya eşsiz bir kitap geldiğinde saygılı bir biçimde geriye yaslanır, kitabın altına bir yaprak kâğıt koyar ve aniden elinin kirli, mürekkepli, siyah tırnaklarından utandığı fark edilirdi. Sonra nazik ve dikkatli bir şekilde, müthiş bir saygıyla bu nadide parçanın sayfalarını birer birer açardı. Böyle bir anda onu kimse rahatsız edemezdi, tıpkı gerçek bir dindarın dua ederken rahatsız edilmediği gibi ve gerçekten de onun bir kitabı seyretmesi, dokunması, koklaması ve hesaplaması gibi her bir hareketi, dinî bir eylemin merasimi, önceden tespit edilmiş ritüeller gibiydi. Kambur sırtı ileri geri sallanır, o sırada mırıldanır ve homurdanır, başını kaşır, sesli harfleri garip bir biçimde uzatır, korkmuş gibi “Ah!”, hayranlıkla “Oh!” ve sonra eksik veya tahta kurdunun yediği bir sayfa gördüğünde yine korku dolu bir