Ve gerçekten de bu Jakob Mendel, etrafındaki hiçbir şeyi görmez ve duymazdı. Yanında bilardo oyuncuları gürültü eder, kavgaya tutuşur, garsonlar dolaşır, telefon çalar, yerler silinir, soba yakılır; ancak o bunların hiçbirisini fark etmezdi. Bir defasında sobadan yanan bir kömür parçası düşmüş, ondan iki adım ötede parkenin üzeri yanmaya ve duman çıkmaya başlamıştı, bir müşteri kötü kokuyu ve tehlikeyi fark edip alelacele ateşi söndürmek için koşmuştu: ancak o, Jakob Mendel, sadece iki inç uzakta, hatta duman kendisine ulaşmış olmasına rağmen hiçbir şey hissetmemişti. Zira o başkalarının dua ettiği, kumarbazların oynadığı ve sarhoşların uyuşmuş bir biçimde boşluğa baktıkları gibi okurdu, öyle dokunaklı bir dalgınlıkla okurdu ki, bana o zamandan beri başka insanların okumaları hep çok dünyevi gelmişti.
Genç bir insan olarak ben bu ufak tefek Galiçyalı kitap eskicisinde ilk defa tamamen konsantre olmanın büyük sırrını görmüştüm, sanatçıyı bilgin gibi yapan, gerçek bilgini anlamsızlaştıran, deliye döndüren yoğunlaşmayı; bu mutlak tutkunun trajik mutluluğu ve mutsuzluğunu.
Beni ona üniversiteden yaşlıca bir meslektaşım götürmüştü. Ben o zamanlar bugün bile hâlâ az bilinen Paracelsus2 ile ilgilenen doktor ve Manyetizmacı Mesmer’i3 araştırıyor, ancak pek başarılı olamıyordum. Zira gerekli yayınlara ulaşılamıyordu. Saf ve acemi ben, kütüphaneciden bilgi istediğimde ise, kütüphaneci, bana suratını asıp homurdanmıştı. Literatür bilgileri onun değil, benim işimmiş.
O zaman bahsettiğim meslektaşım ilk defa onun adını söylemişti. “Seninle Mendel’e gidelim.” diye söz vermişti. “O her şeyi bilir ve her şeyi bulur; unutulmuş Alman antikalarının içinden en olmayacak kitabı temin eder. Viyana’daki en çalışkan adam ve ayrıca nesli tükenmekte olan tarih öncesine ait kitap dinozorlarındandır.”
Böylece ikimiz Kafe Gluck’a gittik. Orada oturuyordu Sahaf Mendel, gözlüklü, özensiz sakallar, siyah giysiler içinde ve çalıların rüzgârda sallanması gibi sallanarak okuyordu. Yanına gittik; fark etmedi. Sadece oturuyor, okuyordu; bedeninin üst tarafını masanın üzerinden öne geriye sallıyor ve arkasındaki askıda cepleri dergiler ve kâğıtlarla dolu eski siyah paltosu da onunla birlikte sallanıyordu. Geldiğimizi bildirmek için arkadaşım kuvvetlice öksürdü. Ancak kalın gözlüklerini kitaba dikmiş olan Mendel, hiçbir şey fark etmedi. Sonunda arkadaşım masaya sanki bir kapıya vurur gibi kuvvetli ve sesli şekilde vurdu, o zaman Mendel nihayet başını kaldırdı, çelik çerçeveli çok büyük gözlüğünü otomatikman alnına kaldırdı ve dağınık küllü gri kaşlarının altından iki garip göz bize baktı; küçük, siyah, uyanık gözler; atik, sivri ve bir yılan dili gibi oynak. Arkadaşım beni tanıttı ve ben dileğimi anlattım. Önce -arkadaşımın özellikle yapmamı tavsiye ettiği gibi- bana bilgi vermek istemeyen kütüphaneciden çok kızmışım gibi şikâyet ettim. Mendel geriye yaslandı ve dikkatlice tükürdü. Biraz güldükten sonra Doğu jargonuyla, “İstemedi, öyle mi? Hayır, yapamadı! Kuru bir heriftir o, gri tüylü dayak yemiş bir eşek. Onu tanıyorum; Tanrı bilir, neredeyse yirmi yıldır, ama o zamandan beri hâlâ hiçbir şey öğrenmedi. Maaşı cebe indirmek, onların yapabildiği tek şey bu! Kitapların yanında oturacaklarına tuğla taşısalar daha iyi, bu doktor beyler.”
Bu samimi sohbetle buzlar erimişti ve yumuşak bir el hareketiyle bizi ilk defa dört köşeli, notlarla dolu, benim henüz tanımadığım kitapseverlerin kutsal mermer masasına davet etti. Çabucak isteklerimi anlattım: Manyetizma üzerine yazılmış eski ve daha sonra Mesmer lehine ve aleyhine yazılmış kitaplar. Ben sözümü bitirdiğimde, Mendel bir saniye, aynı bir nişancının silahını ateşlemeden önce yaptığı gibi, sol gözünü kapattı. Ama gerçekten, sadece bir saniye sürmüştü bu yoğun düşünme durumu.
Sonra hemen, sanki görünmez bir katalogdan okuyormuş gibi iki veya üç düzine kitabın ismini saydı, her birinin yayınevinin yeri, yayın tarihi ve tahmini fiyatıyla. Afallamıştım. Ancak benim şaşkınlığım ona iyi gelmiş gibiydi, zira hemen sonra hafızasının klavyesinde benim konum ile ilgili en harika kütüphane açıklamaları yaptı. Uyurgezerlik hakkında da bir şeyler bilmek isteyip istemediğimi sordu; ayrıca hipnozla ilgili ilk denemeler, Gassner,4 şeytan ayinleri, Christian Science5 ve Blavatsky6 hakkında da.
Yine isimler, kitap adları, açıklamalar şakır şakır yağdı; ancak o zaman Jakob Mendel’in emsalsiz bir mucize gibi olan hafızasını fark ettim, gerçekten bir ansiklopedi, iki ayak üzerinde duran bir dünya kataloğu. Tamamen şaşırmış bir vaziyette, bana aşağı yukarı seksen isim sıraladıktan sonra görünürde önem vermeyen, ama içten içe kazandığı zaferden hoşnut, gözlüğünü eskiden belki