“Otuz beşi kendim için kart buluyorum. Oldu olacak, şunu otuz yapsak nasıl olur?”
“O senin bileceğin iş. Muameleye beş lira daha masraf biner. İşte o kadar.”
“Binsin, zararı yok!”
Şakacı imam, alay ettiğini samimilik örtüsü altında gizlemek için bir yakınlık hâli alarak: “Hanım, ben sana doğru doğru dosdoğru bir şey söyleyeyim mi?”
“Buyur…”
“Lakırtı aramızda..”
“Şüphe yok.”
“Ben senin niyetini anladım.”
“Nedir?”
“İhtiyar kocandan çok çektin.”
“Eeey?”
“Allah rahmet eylesin, Abdüllatif Efendi öldü. Şimdi bir gence varmak istiyorsun…”
Andelip Hanım’ın buruşuk yüzü biraz kızararak: “Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayayım? Tastamam üstüne vurdun. İmam, kalbim misin Allah aşkına?”
“Samimilikten söylüyorum.”
“Söyle, çekinme.”
“Otuz yaşını da ben senin için biraz kartça buluyorum.”
“Eğlenme, hiyanet…”
“Allah korusun! Eğlenmiyorum. Otuz yaş bir kadın için dumanı üstünde bir gençlik değildir. Yaşça biraz daha in. Şu otuzun bayatlığı, ağırlığı üzerinden gitsin…”
“Yirmi dokuz?”
“Otuzdan biraz daha uzaklaş.”
“Yirmi sekiz?”
“Korkma, in!”
“Yirmi yedi?”
“Bir de benim hatırım için?”
“Yirmi altı?”
“Bir de merhum Efendi’nin ruhu için…”
“Yirmi beş?”
“Eh, eh… Vardın.”
“A, a, imam efendi, amma yaptın ha! Pek indin. Sonra herkes bana ne der? Gülerler vallahi!”
“Hanım, bir liraya resmen bir yaş küçülmek imkânı elde edildikten sonra niçin yirmi, yirmi beş yaş birden küçülmemeli… Böyle işte cimrilik olur mu? Biz eksilttikçe Tanrı’m artırsın. On sene sonra yeniden otuz beşine döndüğün zaman gene böyle bir masrafa daha girecek değil misin? İyisi mi şimdi küçülebildiğin kadar küçül. Yirmi sene sonra Osmanlı nüfus tezkereni bir kere daha düzelttirirsin. Böylece masrafın yarısı iktisat edilmiş olur. Ya, hanım kızcağızım…”
“Vallahi sen insanla açıkça eğleniyorsun!”
“Hele iftiraya bak! Niçin eğleneyim? Fındık kurdu gibi yumul yumul bir kadınsın. Ağzında bir diş eksiğin yok. Saçların kurum gibi simsiyah. Yürürken bıngıl bıngıl bir yanın inip öbür yanın biniyor! Abdüllatif Efendi o kadar uğraştı ama seni ihtiyarlatamadan gitti.”
“A!.. A!.. A!.. dişime, saçıma, yanıma, belime ne çabuk dikkat ettin? Cingöz herif! Harama öyle keskin bakılır mı? Başındaki sarıktan utanmıyor musun?”
“Merak etme, kötü gözle bakmıyorum. Seni kendim için değil, başkaları için gençleştiriyorum. Yakında nikâhını kıyıp pilav zerdeni yiyeceğiz, inşallah…”
“Kısmet… Tanrı’nın dediği olur.”
“Hazırda bir şey var mı? Yoksa koca işini de bana mı ısmarlayacaksın? Elimin altında iyi şeyler var.”
“Ay, sen öyle şey yapıyor musun?”
“Ne demek? İmam olur da…”
“İmamlık başka, evlenme tellallığı başka.”
“İmamlıkta hepsi vardır. Sen imamlığı küçük şey mi sanıyorsun? Bir çocuk doğar doğmaz bu yaşama dünyasına girişinin ilk kaydını imam düştüğü gibi, ölümünde talkın vererek onu ahrete geçirecek kimse gene imamdır.”
“Aman içim fena oldu! Ahretten, ölümden söz etme şimdi!..”
“Ne korkuyorsun canım? Allah’a emanet, daha gençsin. Fıkır fıkır, yirmi beş yaşında… Ölümle aranızda daha çok seneler var… Azrail Aleyhisselam karşına gelir gelmez nüfus tezkereni gösterirsin. O da elbette gençliğine acır.”
“Evleneceklerden elinin altında neler var bakayım?”
“Türlüsü…”
“Nasıl?”
İmam, Andelip Hanım’ın okuryazar olmadığını bildiğinden eğlenmek için cebinden rastgele bir defter çıkararak güya okuyor gibi şöyle atmaya başlar:
“Abdül’ehad Efendi, gerçek yaşı altmış bir ama Osmanlı nüfus tezkeresindeki düzeltilmiş şekli kırk bir (Çünkü bunun da yaşını elimle ben küçülttüm.).”
“A, imam, senin de yapmadığın yok!”
İmam, göz ucuyla hanıma manalı bir bakış fırlattıktan sonra: “Kafada saçı yok. Bıyıklar boyama. Dişler iğreti. Zaten evli ama bir kadın daha almak hevesinde. Sebebi mart ve kasımda romatizması fazlaca örselediğinden kendini kaldırıp oturtmak ve diğer gizli işlere yardım etmek için bir kadına daha ihtiyacı bulunması…”
Andelip Hanım yüzünü ekşiterek: “Oooff, aman, geç bunu… İçim bulandı.”
“Defterimde yazılı olan ilk isim bu da…”
“Geç, geç… Kırktan aşağılara in. Benim merhum da bıyıklarını boyar, tarar, kozmetiklerdi. İçyüzünü ben bilirim. Yalnız tüy kabası bir erkekti.”
“Peki, peki… Kırkları, otuzları geçiyorum.”
“İyi edersin.”
“Nev-nâdil Beyefendi…”
“Nasıl, nasıl? Hiç işitmedimdi… Hoş bir isim.”
“Hoştur köftehor. Dinle hanım: Başta tepesi dokuz kapsüllü şıllık fes… Tepeden yanağın üstüne doğru tarakla terbiye edile edile yatırılmış altın kuş kanadı açık kumral saçlar, fazlalığı tamamıyla tıraş edilerek burnun altında bir pimdik bırakılmış minimini, gıdıgıdı bıyıklar…”
“Aman, sus! İçim gıdıklandı.”
“Beyaz ablak çehre… Pembe yanaklar… Ateşli dudaklar… Şahane ela, sev beni seveyim seni, fıldır fıldır çekici gözler… Osmanlı nüfus tezkeresinde hiç düzeltme yok. Natürel yaşı yirmi bire çeyrek var.”
“Ah, pek körpe…”
“Çok gevrek. Can eriği gibi kütür kütür.”
“Ben ona denk olabilir miyim?”
“Olamazsan hafif gelecek tarafa biraz safra koruz. Zaten yaşça resmen aranızda ne kadar fark var? Sen yirmi beş, o yirmi bir. Bu dört yaş fark da peygamber sünnetidir.”
“Bu genci bir kere görebilir miyim?”
“Hayhay… Az kalsın ki bana çeşnisi helal dedirtecektin.”
“Hah, görür görmez varacak değilim ya!”
“Kısmetse ne denir?”
“Tanrı’nın yazısı.”
“Senden bir şey sormayı unuttum.”
“Nedir?”
“Senin