Şu hâlin Gazanfer Bey’e tesirinin derecesini anlamak bizim için pek lazımdır. Zira kadın terbiyesi hakkında bizce hemen hemen genelleşmeye yaklaşmış olan fikir ve gayret bundan otuz sene önce bu kadar umumi değildi. Kızların yazıp okumaları, onların örtünme ve mahcubiyete mecbur olmaları hükmüyle henüz uyuşturulamıyordu. “Dostuna mektup mu yazacak?” itirazı henüz pek kuvvetli olup buna karşılık “Hayır! Kocasına mektup yazacak.” sözü bir miskince zaaftan kurtulamıyordu. Erkanıharbiyenin keskin zekâlılarından olmasıyla beraber Gazanfer Bey’in dahi kadınların eğitim gayretini beğenmeyenlerden olmasına isterseniz hayret ediniz. Bey her hâlde kızlara dinlerini, mezheplerini, İslami ve insani terbiyeyi öğretmek lüzumuna kanaatle beraber öyle eline kalemi aldığı gibi karşısındaki erkekleri durduracak mertebelerdeki kadın eğitimini bir türlü zihnine sığdıramıyordu. Ama şimdi, şu esaret hâlinde İstanbul’dan aldığı mektupların kendi zevcesinin sözü olmayıp ara yerdeki başka bir kâtibin sözleri olmasından müteessir olunca bu fikri değişti. Nasıl değişmesin ki, kendisi dahi yazacağı, yazdığı mektuplarında gönlünün her istediğini o kâğıda koyamayacak. Zira o sözleri doğrudan doğruya zevcesi okumayacak. Ara yerde bir ilgisiz okuyup Dilşinas Hanım o sözleri o yabancının ağzından işitecek.
İşte bu elim hâlin baskı ve zorlamasıyla Gazanfer Bey “Allah ile ahdim olsun ki kız evladım olursa mükemmel bir şekilde okutturup yazdırayım!” demişti. İşte sözün sırası geldi. Şimdi haber verelim ki Gazanfer Bey Sırp muharebesine gidinceye kadar evladı olmamıştı. Bazen vuku bulur ise de giderken zevcesini hamile bırakmak dahi vaki olmamıştı. Esaretten dönüşü üzerine sevgili Dilşinas’ı ile tekrar kavuştuğu zaman Cenabıhak, baba olmak saadetiyle dahi kendisini mesut edeceğini müjdelemiştir. Bir sene sonra Dilşinas Hanım’ın dünyaya bir kız getirmesi Gazanfer’in muradı hasıl olmuştur.
Zevcesi kız doğuranların erkek doğuranlar kadar memnun olmamaları hâlâ çok sık vuku bulan garip hâllerdendir. İki nevi evlat arasında bir fark aranacak olursa “hayırlı evlat” olmaları noktainazarından o fark hemen hemen de yoktur. Hatta biraz ince eleyip sık dokunacak olursa kız evladın erkekten faydalı olduğu bile meydana çıkar. Zira on beş on altı sene sonra babasına damat namıyla hazır yetişmiş koskocaman bir aslan getirecektir. Babayı “büyükbabalık” şeref ve saadetine erkek evlattan daha tez nail edecektir.
Bizim Gazanfer Bey dahi zevcesinin kız doğurmuş olmasına erkek doğurmuş olması hâlindeki sevineceği kadar sevinemedi ise de esaret hâlinde Allah ile ettiği ahit hatırına gelince memnuniyetinin noksan kalan ciheti de tamamlandı. Sevindi. Hemen günler geçtikçe sevinci artıyordu. Allah ile ettiği ahdi daima hatırlatsın diye kızının adını da Fatma Ahdiye koydu.
Kadın kısmına meram anlatmak biraz güç olur değil mi? Hele kadın Dilşinas Hanım gibi biraz da cahil olursa! “Ahdiye” ismini hiç kimsede işitmemiş olduğundan kadın bu ismi beğenmedi. Kocası bu ismin sır ve hikmetini anlattı. İlk defasında Dilşinas sesini kesti ise de kani olmamıştı. Koca ile karı arasında bu mesele defalarca tekrarlandı ve yenilendi. Her defasında da Gazanfer yeni izahlarla kızına Ahdiye ismini koymasının, mükemmel eğitim ve öğretimi için Allah ile etmiş olduğu ahdi hatırlatsın maksadına dayandığını Dilşinas’a anlatmaya mecbur oldu. Bin teessüf ki Gazanfer Bey bu kadar kuvvetli olan ahdini yerine getiremedi. Ahdiye’nin doğmasından bir sene sonra İstanbul’da çıkan bir kolera esnasında o zalim hastalıktan ölümü ile Dilşinas’ı dul, Ahdiye’yi yetim bıraktı.
İşte Keşkekçilerbaşı’ndaki konak yavrusu evde oturan aile ile tanışıklık kurduk. Bir ana ile kızdan, Dilşinas ile Ahdiye’den ibarettirler. Bir ihtiyar ayvaz ve mutfakta bir zenci aşçı ile yukarı hizmetinde kart bir Ermeni karısını da hesaba koyarsak beş nüfustan ibaret bir ev halkı ki o konak yavrusunun yalnız selamlık dairesini işgal edebilerek harem dairesini kiraya veriyorlardı. Bahçeyi kiralayan Arnavutlardan aldıkları ayda altı lira üzerine harem dairesinin kirası olan beş lirayı ekleyerek on bir liraya varan şu toplam üzerine bir miralay ailesine tahsis olunacak dul ve yetim maaşını da ilave edince bu aile pek güzel geçinirdi. 1315/1897 senesinde yazımıyla meşgul olduğumuz düğün vukuya geldiği zaman kiracıları çıkarmak lüzumu ileri sürülmüş ise de damat tarafı da uslu, akıllı adamlar olduklarından selamlığı teşkil eden altı odaya her hâlde sığışılacağı hesabıyla kiracıları çıkarmak lüzumu da bertaraf edilmiştir. Hem bu kiracıları ki sekiz on seneden beri ikamet ederek ve kirayı ödeme hususunda hiçbir güçlük göstermeyerek âdeta aileye katılmışçasına hoş geçiniliyor.
Evet! Gazanfer Bey ailesiyle tanışıklık kurduk. Ama bizim tanışmamız sırasında Ahdiye Hanım henüz beşikte idi. Bugünkü günde romanımızın kahramanı olan Ahdiye henüz bir yaşında! Bu tanışma kâfi midir? Beşikten gelin köşesine varışına kadar geçmiş olan on beş on altı seneyi birdenbire atlayıvermek caiz olamaz.
Çerkez inadı!.. Bunu bilenler bilir. Bilmeyenlere tarif için şu kadar diyebiliriz ki Çerkez’i inadından döndürmek bir Müslüman’ı dininden döndürmek kadar güçtür. “Ondan da ziyade güçtür.” dersek bile mübalağaya yormamalıdır. İşte Dilşinas Hanım kızının isminin Ahdiye olmasını hâlâ beğenmiyor. Hatta kızını bu ismi ile çağırmayıp daima Fatma diye sesleniyor ve hitap ediyordu. Kiracılar alışmışlar. Dilşinas “Fatma” dedikçe maksadın Ahdiye olduğunu anlarlar ise de biraz uzakça olan tanıdıklar daima şaşırıyorlar. Dilşinas Hanım bir Fatma’dan bahsettikçe ondan maksadının Ahdiye olduğunu birdenbire anlayamayarak bazı açıklama isteyenleri bile oluyor.
Lakin kocasının Allah ile ettiği ahit dahi Dilşinas nezdinde böyle bir Çerkez inadı ile karşılanmıştı. Hiç o sevgili koca Hak Teala Hazretleri’yle bir ahit eder ve o ahit miras olarak Dilşinas’a geçer de Dilşinas o ahdi ifa etmez olur mu? Kendisi ümmi, esasen o dahi kızların eğitim ve öğretimine karşı ama işin içinde kocasının ahdi vardı. Zaten kocası bazı sohbetler arasında “Dilşinas şayet ömrüm vefa etmez de bir emrihak vaki olursa sana en büyük vasiyetim Ahdiye’nin okuyup yazdırılmasıdır.” demiş! Artık anlaşılıyor ya? Kızının eğitim ve öğretimi Dilşinas için ilahi emir derecesinde bir mecburiyet hasıl etmiş. Kız büyüyor. O büyüdükçe Dilşinas’ın mecburiyeti de büyüyor.
Fakat o zamanlar kız evlatlarının eğitim ve öğretimi için vasıtalar bugünkü kadar ne çok ne mükemmel! Ahdiye’nin ise bu dünyada bir validesinden başka hiç kimsesi yoktu. Ne amca ne dayı ne hala ne teyze! Bereket versin ki harem tarafında oturan kiracı ailenin de öğretim gören bir kızı var. Remziye Hanım. Çocuklar henüz altışar yedişer yaşlarında iken iki kız kardeş gibi civarda en yakın olan ve erkek ile kız çocuklar karışık olarak eğitim ve öğretim veren bir mektebe devam ediyorlar.
Kızlar on bir on iki yaşlarına kadar bu mektebe devam ettiler. Yeni eğitim usulünün bahşettiği kolaylıklar sayesinde okudular, yazdılar. Birkaç hatimden başka Kur’an tecvidinin usulünü de öğrendiler. Dört işlem derecesinde hesap bile yaptılar ise de bölme işlemine bir türlü akıl erdiremiyorlardı. Coğrafyayı da duvarda asılı olan bir harita üzerindeki isimleri okumak derecesinde gördüler. Ha bakınız ilmihâli pek güzel öğrendiler. Dinin farzlarını, vaciplerini, sünnetlerini, müstehaplarını, haramı, mekruhu her şeyi pek mükemmel öğrendiler. Hem de tahsilin bu cihetinde Dilşinas Hanım’ın büyük bir yardımı oldu. Hanımın ümmiliğine bakarak buna şaşırdınız mı? Hiç şaşılacak yeri yok. Dilşinas için yegâne ilim bundan ibaret olup kendisi de öğrenmek istiyor. Her akşam “Ey Fatma! Söyle bakayım bugün ilmihâlden ne öğrendin? Ben de öğrenmek istiyorum kızım!” diye Ahdiye’yi önüne oturtur, söyletir, dinler. Dinlediği şeyleri beller de. Şayet anlayamadığı, belleyemediği yerler varsa başka vakitler tekrar sorar. Mutlaka öğrenir.