Düşününüz ki spesiyalistlerden, yani Gribling gibi mütehassıslardan birisi bir makine icat etmek istemiş. Öyle bir makine ki önünüzde ufacık bir sandık bulunarak o sandığa bir söz söylediğiniz anda sandık sizin sözünüzü kaydetsin. Sandığın bir yayına dokunduğunuzda sizin sözünüzü tekrar söylesin. Hem de öyle bir surette söylesin ki o sesin sizin sesiniz olduğunu, o sözlerin sizin sözleriniz bulunduklarını siz dahi tanıyıp ikrar edesiniz.
İşte bu makine “fonograf” dedikleri makinedir. İnsanoğlu hâlâ çok kimselerin aklına sığmamakta bulunan bu harika şeyi yaparsa, galvanoplasti hakkındaki sürate muvaffak olamaz mı? Hele fonografı icat eden Amerikalı olduğu gibi galvanoplastiyi geliştirmek isteyen de Amerikalı olur ise!
Yahu şu adamlar acaba dev gibi bir şey midir? Yok! Gerçi eserleri ile ispat ettikleri kudret her ne kadar beşeriyetin fevkinde gibi görünürse de bu adamlar hiç de beşeriyetin fevkinde değildir. Sizin gibi, bizim gibi adamlardır. Hele bizim Doktor Gribling yok mu? Görmüş olsaydınız pek beğenirdiniz, pek severdiniz. Bakınız size bir tarif ediverelim:
Yaş yallah, yallah yirmi dokuz! Boy uzun. Hem de bizim uzun boylu saydığımız adamlardan birkaç parmak daha uzun. Saç sakal kıpkırmızı. Surat saçtan sakaldan daha kırmızı. Kaşlar düşük. Gözler mavi oldukları hâlde çukurda. Burun çekme. Ağız küçük. Dudaklar ince. Dişler sık ve beyaz iseler de lüzumundan ziyade uzun. Çene sivri.
Bu adamın uzun boyu, vücudunda bir zayıflık farz ettirir ise de o zayıflık kendisine bakanların göz yanıltmasından ibarettir. Yoksa vücut hayli etli ve pek ziyade kuvvetlidir. Eller uzun vücudun tasavvur ettireceği nispette daha uzundur. Doktor Gribling şu tasvirimize göre güzel bir adamdır ya… Söz söylemek istediğinde bu güzelliğine binaen pek sevimli olduğunu da itiraf edersiniz. Ama söz söylediği vakitler azdır. Çoğunlukla düşünür. Zaten bir iş yapmak azminde bulunan adam, söylemekten ziyade düşünmez mi? İş denilen şey gevezelikle yapılmaz. Düşünmekle yapılır. Hele galvanoplastiye kendi istediği sürati vermek isteyen adam, mutlaka söz söylemekten pek çok ziyade düşünmekle mükelleftir.
Doktor Gribling kalıpça, kıyafetçe, yüzce, sıhhat ve sözce beğenilebilecek kadar mükemmel bir adam olduğu gibi giyinip kuşanması ve süslenmesi de kadınların bile kusur bulamayacakları derecededir. Sakalını yanaklarından “favori” usulüyle salıvermiş. Bu hâlde çenesini kazıtır. Elbisesini beğeninceye kadar terzisini üzüntüden verem eder. Kundura hususunda daha da hassastır. Günde üçten yediye sekize kadar kundura boyatır. Boyunbağı ile eldiven pek merakıdır. Bizim Doktor Gribling şıktır vesselam!
İşte galvanoplasti sanatını tamamlamaya çalışan bu zattır. Hem tamamlamıştır da. O kadar ki canlı bir kuşu galvanoplasti havuzuna daldırıp çıkartarak bakıra dönüştürür dönüştürmez üzerindeki kabuğu yarıp içindeki kuşun hâlâ canlı olduğunu görmüş ve bu muvaffakiyete sevindiği gece iki şişe bir anda içerek zafer sevincini ilan etmiştir.
En sonunda bir arzusu kalmıştı ki o da bu sanat ile kaplayacağı cisimlerin büyüklüğünden ibaretti. Kuş, kedi, köpek gibi şeyler kendisine artık pek küçük geliyorlardı. Artık at, deve, hatta fil gibi büyük canlıların şeklini yapmaya kâfi gelecek elektrik pilleri bataryalarıyla galvanoplasti havuzları vücuda getirmek için büyük büyük paralar sarf etmişti. Ama hepsinde de muvaffak olmuştu. Muvaffak olmasının derecesini de bundan sonraki bölümde göreceğiz.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Doktor Gribling ve Defn-i Emvat 3
Jefferson City şehrinin belediye dairesi azasıyla tıp heyeti arasında ölülerin gömülmesine dair gayet mühim bir tartışma yaşanmıştı. Amerikalılar her şeyi adi suretinden kurtarmak gayretinde bulundukları malum oldu ya! Vefat edenleri bir çukura gömmek veyahut duvarlı kemerli mezarlar içine koymak gibi ölüleri defnetmek yolları pek adi görülmüş olduğundan cenazeleri kireç içine yatırarak üzerlerine su atmak veyahut mumya hâline koymak veya tümüyle ateşte yakarak toz etmek seçeneklerinden hangisi daha sıhhatli ve faydalı olur gibi konular müzakere olunuyordu.
Maksat umumi sıhhat olduğuna göre Amerikalılar için ölülerin defnedilmesinin ne kadar büyük bir ehemmiyeti olacağını şununla kıyas etmelisiniz ki orada bahçıvanlık sanatı, tuvaletlerde akan suları, salhanelerdeki kan vesaire gibi tüm pislikleri ve buna benzer her şeyi gübreye dönüştürdüğünden, bunların hiçbirisinde umumi sıhhat için bir tehlike bırakılmadıktan sonra nihayet doktorun birisi, herkesin burun mendilinin kendi koynunda bulundurulmasını sıhhate zararlı bir hareket saydığından burundan mendile bulaşacak mikrop ve kirleri derhâl temizlemek için bir nevi lavanta icat etmişti de tıbbiye akademisi bu lavantanın umum tarafından kullanılmasını mecburi hâle koymak için koskocaman bir kararname bile kaleme almıştı. Mendil meselesine bu kadar ifrat derecesinde ehemmiyet verilen bir memlekette ölülerin gömülmesi gibi hakikaten ehemmiyetli olduğuna bizim bu taraflarda dahi şüphe edilemeyen bir meseleye ne kadar önem verileceği mülahazaya muhtaç kalmaz mı?
Jefferson City akademisi ölülerin mumya edilmek üzere korunması hakkındaki görüşü kesin reddetmişti. Zira mumya hâlindeki naaşların dahi her hâlde kokacaklarını düşünmüşlerdi. Kireç ile haşlamak veyahut ateşe atıp yakmak meselelerine gelince: Tıbbiyelilerin bir kısmı kireci, diğer bir kısmı ise ateşi tercih etmişlerdi. Ancak kireci tercih edenler azınlıkta kaldıklarından asıl hüküm ateş taraftarlarında kalacak gibiydi. Zira kireç ile haşlanan ceset her ne kadar ayrışıp kokamaz ise de herhâlde zikredilen cesedin bir hayvan cesedine benzeyebileceği düşünüldüğünden sonraları yine bundan da olumsuz bir şey çıkabilir diye ihtiyatla yaklaşılmıştı. Ama ateşle yakmaya gelince, koca bir insan naaşının birkaç dirhem külden ibaret kalacağı münasebetiyle bu külü bir toprak kap içine bırakıp bir tarafa koyuvermekte hiçbir mahzur görülmemişti.
İşte bu müzakerenin tam şiddetlendiği bir zamanda bizim Doktor Gribling şimşek gibi çakarak gök gibi gürleyerek ısrarlı olan itirazını yıldırımlar gibi yağdırmaya başladı.
Cesedi yakmak mı? Aman ya Rabb’i! Şu on dokuzuncu asrın bu kadar gelişmiş medeniyeti ölüler için bula bula bin sene evvel gelmiş milletlerin usulünü bulsunlar. Bu tahammül edilebilecek şeylerden midir? Bu medeniyetin şan ve şerefi için bundan daha büyük hakaret mi düşünülebilir?
Doktor Gribling bu konuda gazetelere göndermiş olduğu yüzlerce yazılarının birisinde demişti ki:
“Cesetleri yakma usulünün hiç başka bir sakıncası görülmese bile yalnız bunun eski ve kadim milletlere ait bir durum olması, şu sürekli terakki eden asırda asla kabul olunamayacak ve reddi için en büyük sebep olmasına kâfidir. Fen ve sanayi bu kadar terakki etmiş olduğu hâlde ölüleri defnetmek için asrımızın şanına layık bir yol bulamazsak, bütün fen erbabının ve sanayicilerimizin yüzleri kızarmalıdır. Hâlbuki ölüyü yakmanın da hem umumi sıhhat açısından zararları vardır; hem de masrafı çoktur. Umumi sıhhat bakımından zararları, bildiğiniz gibi bir naaş yanarken fena kokuları temiz havaya koku yayar. Masrafının çokluğu ise yanacak malzeme açısındandır. Zira bir naaşı yakacak malzeme ile otuz beygir kuvvetindeki lokomotif arkasına seksen vagon takmış olması hesabıyla yarım mil kadar mesafe katedebilir.”
Güzel ama her şeye itiraz etmek kolay olduğu hâlde; itiraz olunan şeylere daha uygun çare bulmak güçtür. Bakalım sizin Doktor Gribling ölülerin gömülmesi için daha güzel bir çare buldu mu?
Onun itikadına kalırsa pek âlâsını buldu. Hem de bulduğu çare nedir, bilir misiniz? Galvanoplasti!
Galvanoplasti mi?
Evet! Galvanoplasti!