“Demek Gilbert seni bırakmadı.” dedi Bayan Harmon. Ses tonuna şaşkınlık ifadesi yüklemeyi başarmıştı. “Yani Blythelar sözünün eri insanlar. Ne olursa olsun laf ağızdan bir kere çıktıktan sonra ne yapıp edip sözlerini tutuyorlar. Sen yirmi beş yaşındaydın değil mi Anne? Bizim zamanımızda yirmi beş ilk sınırdı. Ama sen pek genç görünüyorsun. Kızıl kafalı insanlar hep genç görünüyorlar.”
“Kızıl saç artık çok moda.” dedi Anne. Her ne kadar gülümsemeye çalışsa da ses tonunda soğukluk vardı. Birçok zorlukla baş etmesini kolaylaştıran bir mizah anlayışı geliştirmeyi başarmış olsa da saçıyla ilgili yorumlara dayanmak onun için hâlâ çok zordu.
“Öyledir… Öyledir…” dedi Bayan Harmon. “Modanın ne tür tuhaflıklar getireceğini kestirmek mümkün değil. Neyse Anne, çeyizin senin konumundaki biri için çok güzel, öyle değil mi Jane? Umarım çok mutlu olursun. En güzel dileklerim seninle. Uzun süren nişanlılıklardan hayır geldiği görülmemiştir pek. Ama senin durumunda yapacak bir şey yoktu.”
“Gilbert bir doktor için pek genç görünüyor. Korkarım insanlar ona çok güvenmeyecekler.” dedi Bayan Jasper Bell kasvetli bir şekilde. Sonra çenesini kapattı. Sanki söylemeyi görev saydığı bir şeyi söyleyip vicdanını rahatlatmış gibi bir havası vardı. Şapkasında tiftik tiftik olmuş siyah bir kuş tüyü vardı. Topuzundan dağılan saçları ensesine dökülüyordu.
Anne’in çeyizine dair duyduğu yüzeysel sevinç geçici olarak gölgelenmişti. Ancak derinlerdeki asıl mutluluğunun bu şekilde hasar alması söz konusu değildi. Bayan Bell ve Bayan Andrews’un iğnelemeleri ise Gilbert geldikten sonra dere kenarındaki huş ağaçlarına doğru gezintiye çıkmalarıyla beraber sona erdi. Anne, Green Gables’a geldiğinde henüz fidan olan bu ağaçlar, alaca karanlığın ve yıldızların masalsı sarayının fil dişi sütunlarını andıran gövdeleriyle uzanıyorlardı gökyüzüne doğru. İki âşık, Anne ve Gilbert, işte bu ağaçların gövdelerinde yeni evleri ve yeni yaşamları hakkında konuşuyorlardı.
“Bize bir yuva buldum Anne.”
“Gerçekten mi? Nerede? Umarım köyün içinde değildir. Bu pek hoşuma gitmezdi.”
“Hayır. Köyde alabileceğimiz ev yoktu. Glen St. Mary ve Four Winds’in deniz feneri arasında, liman kıyısında küçük beyaz bir ev buldum. Pek merkezi değil. Ama telefon aldıktan sonra pek sorun olmaz. Konumu çok güzel. Gün batımı tarafına bakıyor ve önünde masmavi liman var. Kum tepeleri çok uzağında değil. Deniz meltemi üzerlerinden esiyor ve deniz köpükleri üzerlerini hafifçe ıslatıyor.”
“Peki, ev nasıl Gilbert? İlk evimiz nasıl? Neye benziyor?”
“Pek geniş değil. Ama ikimiz için yeterli genişlikte. Aşağı katta şömineli muhteşem bir salon, limana bakan güzel bir yemek odası ve muayenehane olarak kullanacağım küçük bir oda var. Ev yaklaşık altmış yıllık. Four Winds’deki en eski ev. Ama iyi bakılmış ve on beş yıl kadar önce baştan aşağı yenilenmiş. Çatısı elden geçirilmiş, dış cephe yeniden kaplanmış ve zemin yeniden yapılmış. Zaten inşa edildiğinde de çok iyiymiş. Anladığım kadarıyla evin inşasıyla ilgili romantik bir hikâye de var. Ama evi kiraladığım adam bir şey bilmiyor bu konuda.”
“Bu eski hikâyeyi anlatabilecek tek kişi Kaptan Jim’miş duyduğuma göre.”
“Kaptan Jim kim peki?”
“Four Winds’deki deniz fenerinin bekçisi. Four Winds’in deniz fenerini çok seveceksin Anne. Dönen fenerlerden ve alaca karanlık vakti geldiğinde muhteşem bir yıldız misali parlıyor. Işığını oturma odamızdan ve ön kapımızdan görebileceğiz.”
“Ev kime ait?”
“Ev, Glen St. Mary Presbiteryen Kilisesi’nin mülkü. Ben mütevellilerden kiraladım. Ama yakın zamana kadar Bayan Elizabeth Russell isimli çok yaşlı bir kadına aitmiş. Geçen bahar vefat etmiş. Yakın akrabası olmadığı için de evini St. Glen Mary Kilisesi’ne bağışlamış. Mobilyaları hâlâ evin içindeydi, ben de çoğunu satın aldım. Hem de çok az parayla çünkü mütevelliler ne yapıp edip eşyaları satmak istiyorlardı. Glen St. Mary sakinleri lüks brokarları, aynalı ve süslü konsolları tercih ediyorlar anladığım kadarıyla. Ama Bayan Russell’ın mobilyaları çok iyi. Senin de beğeneceğine eminim Anne.”
“Hiç yoktan iyidir.” dedi Anne kafasını onay anlamında sallarken. Yine de tedbiri elden bırakmıyor gibiydi. “Ama insanlar sadece mobilyalarla yaşamazlar. Çok önemli bir şeyden bahsetmeyi ihmal ettin. Bu evin etrafında ağaçlar var mı?”
“Hem de sürüsüne bereket! Arkasında kocaman çam korusu, giriş yolunda iki sıra karakavak ağacı, bahçenin etrafını çevreleyen beyaz huş ağaçları var. Ön kapımız hemen bahçeye açılıyor ama bir giriş daha var. İki çamın arasında duran küçük bir kapı var. Menteşe ve kapı kolu bu iki ağacın gövdelerine iliştirilmiş. Ağaçların dalları yukarıda kemer oluşturuyor.”
“İşte buna çok sevindim! Ağaçların olmadığı bir yerde yaşayamam. İçimdeki bir şey ölüverir yoksa. Pekâlâ, artık etrafta bir yerlerde küçük bir dere olup olmadığını sormaya lüzum yok. Bu kadarını beklemek fazla.”
“Ama dere var. Üstelik bahçenin bir köşesinden geçiyor.”
“O zaman…” dedi Anne, hâlinden memnun derin bir iç çekişle. “Bulduğun bu ev hayaller evimden başkası değil.” dedi.
BÖLÜM 3
HAYALLER DİYARI
“Düğüne kimleri çağıracağınıza karar verdiniz mi Anne?” diye sordu Bayan Rachel Lynde. Bir yandan da harıl harıl mendil kenarlarını işliyordu. “Davetiyeleri yollamanın zamanı geldi. Resmi davetiye olmasa bile.”
“Çok kişi çağırmayı düşünmüyorum.” dedi Anne. “Sadece en çok sevdiğimiz insanlar şahit olsunlar istiyoruz düğünümüze. Gilbert’ın ailesi, Bay ve Bayan Allan ile Bay ve Bayan Harrison olacak.”
“Bay Harrison’ı arkadaş bile saymadığın zamanlar olmuştu.” dedi Marilla soğuk bir şekilde.
“Yani, ilk görüşmemizde kendisine pek de kanım ısınmamıştı.” diyerek Marilla’yı onayladı Anne. Bu hatırası kahkaha atmasına sebep oldu. “Ama Bay Harrison’ı tanıdıkça sevdim. Bayan Harrison ise dünya tatlısı bir insan. Tabii bir de Bayan Lavendar ve Paul var.”
“Bu yaz adaya gelmeye karar verdiler mi? Avrupa’ya gideceklerini sanıyordum.”
“Evleneceğimi yazınca fikir değiştirdiler. Bugün Paul’dan bir mektup aldım. Düğünüme gelmek zorundaymış, Avrupa’ya ne olacağı umurunda bile değilmiş.”
“O çocuk sana hep tapardı.” dedi Bayan Rachel.
“O ‘çocuk’ artık on dokuz yaşında bir delikanlı