Dantés, “Çorba kabını bırak.” dedi. “Yarın sabah geldiğin zaman alırsın.”
Bu fikir zindancının da hoşuna gitti. Şimdi bir kâse için yukarı çıkacak, inecek, tekrar çıkacaktı. Çorba kabını bıraktı. Dantés sevinçten titriyordu. Belki zindancı fikrini değiştirir, tekrar gelir diye bir saat bekledikten sonra yatağını çekti. Çorba kabının sapını manivela gibi kullanarak yerinden oynamış taşı çıkarmaya çalıştı. Bir saat sonra, yarım metreye yakın çapta bir çukur oluşacak şekilde taşı duvardan çekti. Elindeki aletten hiç olmazsa o gece için azami derecede faydalanmak gayesiyle hızlı hızlı çalışmaya devam etti.
Zindancı ertesi sabah masasının üstüne bir parça ekmek bıraktı.
Dantés, “Bana kâse getirmedin mi?” diye sordu.
Zindancı, “Hayır.” dedi. “Eline ne geçerse kırıyorsun. İlk önce testiyi kırdın sonra da kâseni. Çorbanı bu kaba koyacağım. Ondan iç.”
Dantés gözlerini tavana dikerek ellerini yorganın altında kavuşturdu. Ömründe hiçbir şeye karşı duymadığı minneti bu kaba karşı hissetti.
Kendi çalışmasının öbür mahkûmu durdurduğunu fark etmişti. Bu durum kendisinin durması için bir sebep değildi. Eğer komşusu ona gelmezse kendisi komşusuna giderdi. Bütün gün durmadan çalıştı. Akşama kadar duvardan en aşağı on avuç dolusu harç ve küçük taş çıkardı. Zindancının akşam ziyareti saati gelince işi bıraktı ve çorba kabının yamulmuş sapını mümkün olduğu kadar düzeltti.
Zindancı gider gitmez tekrar çalışmaya başladı. İki üç saat çalıştıktan sonra bir engelle karşılaştı. Eliyle yokladı. Bir kiriş, açtığı çukuru boydan boya kesiyordu. “Tanrı’m!” diye söylendi. “Sana o kadar uzun zamandır dua ettim ki nihayet bana merhamet ettiğini sanıyordum. Tanrı’m acı bana! Ümitsizlik içinde öldürme beni!”
Yer altından gelir gibi boğuk bir ses “Kim o bir solukta hem Tanrı’dan hem de ümitsizlikten bahseden?” dedi.
Dantés saçlarının diken diken olduğunu hissetti. Fakat cevap verdi: “Kimsen, bir daha konuş Tanrı aşkına!”
Ses, “Kimsin sen?” diye sordu.
Dantés cevap verdi: “Zavallı bir mahkûm!”
“Ne zamandan beri buradasın?”
“28 Şubat 1815’ten beri.”
“Suçun neydi?”
“Ben suçsuzum.”
“Neyle suçlandırdılar seni peki?”
“Napolyon’un dönmesi için fesat hazırlamakla.”
“Ne? Napolyon iktidarda değil mi artık?”
“1814’te Fontainebleau’da hükümdarlıktan feragat etti. Elba Adası’na sürüldü. Sen ne zamandan beri buradasın ki bunları bilmiyorsun?”
“1811’den beri.”
Dantés ürperdi. Bu adam ondan dört yıl fazla bir zamandan beri buradaydı.
Sesin sahibi hızlı hızlı, “Kazdığın çukur ne derinlikte?” diye sordu.
“Yer hizasında.”
“Nasıl saklıyorsun?”
“Yatağımın arkasına düşüyor.”
“Hapishaneye girdiğinden beri kimse yatağını kımıldattı mı?”
“Hayır.”
“Hücrenin dışında ne var?”
“Bir dehliz var.”
“Nereye gidiyor bu dehliz?”
“Bir avluya.”
“Eyvah!”
“Ne oldu?”
“Yanılmışım. Planımdaki bir hata yanılttı beni. Bu yanlış çizgi beş metre fark etti. Kalenin duvarı diye senin duvarını deldim.”
“O duvar denize çıkar ama.”
“Ben de onu istiyordum. Denize atlayıp Daume yahut Tiboulen Adası’na yahut da doğrudan doğruya karaya yüzmeyi tasarlıyordum.”
“O kadar mesafeyi yüzebilir misin?”
“Tanrı bana o kuvveti verirdi ama şimdi hepsi bitti. Açtığın çukuru dikkatle ört. Artık kazma. Benden haber bekle.”
“Kim olduğunu söyler misin bana?”
“Ben… Ben yirmi yedi numaralı mahkûmum.”
“Bana güvenmiyor musun?”
Acı bir kahkaha duydu.
“Kaç yaşındasın sen? Sesin genç bir adamın sesine benziyor.”
“Yaşımı bilmiyorum. Çünkü buraya geldiğimden beri geçen zamanı hesaplamadım. 1815’te tutuklandığım zaman yirmi yaşımdaydım.”
“Yirmi yedi filan öyleyse. İnsan bu yaşta hain olamaz daha.”
Dantés, “Hayır!” diye bağırdı. “Parça parça doğrasalar ele vermem seni!”
“Yaşın bana güven veriyor. Geleceğim oraya. Bekle.”
“Ne zaman geleceksin?”
“Tehlikeyi bir düşüneyim de. Sana işaret veririm.”
“Gelmezlik etmezsin değil mi? Beraber kaçarız. Kaçamazsak da konuşuruz hiç olmazsa. Eğer gençsen senin arkadaşın olurum. Yaşlı isen oğlun olurum.”
“Pekâlâ. Yarına öyleyse.”
Dantés doğruldu. Taşı duvardaki yerine koydu. Yatağı önüne dayadı. O andan itibaren de kendini tamamıyla bu yeni saadete verdi. Artık bundan sonra yalnız kalmayacak, belki de hürriyetine kavuşacaktı.
O gece öbür mahkûmun, sessizliği ve karanlığı fırsat bilerek kendisi ile tekrar konuşacağını ümit etti fakat yanılmıştı. Bütüngece hiçbir ses duymadı. Ertesi sabah, zindancının sabah ziyaretinden sonra duvara üç defa vurulduğunu duydu.
“Sen misin?” diye sordu. “Buradayım.”
“Zindancın gitti mi?”
“Evet. Artık akşama kadar uğramaz. On iki saat serbestiz.”
Bir müddet sonra dökülen taş ve toprak sesleri duydu. Kazmaya başladığı geçidin dibinde bir delik açıldı. Bu delikten bir başın uzandığını gördü. Az sonra bir adam kendini delikten yukarı çekip hücreye girdi.
10
Dantés, uzun zamandan beri sabırsızlıkla beklediği arkadaşının boynuna sarıldı ve onu, iyice görebilmek için hafif bir ışığın girdiği pencereye doğru götürdü.
Mahkûm, saçları yaşlılıktan değil de ızdıraptan aklaşmış, oldukça kısa boylu bir adamdı. Delici gözleri; kalın, kırlaşmış kaşlarının altında kaybolmuş gibiydi. Hâlâ siyah olan sakalı göğsüne iniyordu. Bedeni ile değil de kafası ile çalışan insanlarda olduğu gibi ince yüzü kırış kırıştı. Elbisesi öyle feci bir şekilde yıpranmıştı ki ilk hâlini göz önüne getirmenin imkânı yoktu.
En aşağı altmış beş yaşında gösteriyordu. Fakat hareketlerindeki canlılık, bu tahminin gerçek yaşından değil de mahkûmiyetten ötürü olduğunu kanıtlar gibiydi.
Adam,