Lakin bu bölümde beni mazur görünüz. Zira karşımızda bulunan kız, öyle güzelliğiyle şairane hisleri gıcıklayacak mahlukattan değildir. Bu kadar elem ve kederlerin hırpalamış olduğu çehreden ne umarsınız? Hele o çehre ki çamurdan, pislikten rengi görünmeyen bir entari ve çıplak ayaklar ile birbirine girmiş ve hepsi bir yırtık fes altına sıkışmış olan saçlar dahi ona hiçbir letafet veremez. Biçare kızcağızın meydanda fidan gibi boyundan başka hiçbir göze görünür yeri yoktu. Ama nasıl fidan? Kasırga rüzgârına maruz kalmış bir fidan!.. Bu hâlde bulunan peyda edecekleri her gün karşılaşılan şeylerdendir.
Hele validesini hiç sormayınız! İnsan olduğu anlaşılamayacak bir hâlde diyemesek bile mutlaka kadın olduğu yalnız entari giymesinden anlaşılabilip yoksa çehresinden cinsiyetini ayırmak mümkün olamayacak surette idi. Ahh!.. Hem felakete uğramış hem hasta olan biçareden ne ümit edilebilir ki? Kızın, validesi yanından ayrılmış olduğunu haber vermiştik. Oradan ayrıldı da ne yapmaya gitti? Ne yapmaya gidecek? Sabahleyin aklına gelip de icrasına katiyen karar verdiği işi yapmaya gitti. O işin ne olduğunu unuttunuz mu? Unuttunuz ise haber verelim: Dilencilik!
Bu bir sanattır ki İstanbul’da onu icra edenler içinde altını küpe doldurmuş adamlar bulunduğunu masal olarak hikâye ederler. Lakin bizim Şehlevend (Çünkü dün gece validesinden böyle işittik.)… Bizim Şehlevend biçaresi bu masalı bildiği hâlde dilenciliği küp dolusu altın tedarik etmek gayretiyle yapmıyordu. Şehlevend, her şeyin iyi ve kötüsünü ayırt etmeye, iyiliği övmeye, kötülüğü yermeye iktidarı kifayet edecek mertebede akıl sahibiydi. Hatta kendisi henüz dilenci kız olmadığı zamanlar, eli ayağı sağlam olup da yine dilencilik edenleri ziyadesiyle ayıplayarak, o kabil dilencilere sadaka vermek caiz olmadığını bile iddia ederdi. Binaenaleyh bu kere her çaresi tükenip de kendi hayatından da umut kesilmiş bir biçare validenin imdadına yetişmek için avuç açmaya mecbur olunca bu mecburiyet kendisi için ölüm kadar acı bir mecburiyet görünmüştü.
İyi ama avuç açmayıp da ne yapacak? Ölüm kadar acı imiş! Hâlbuki Şehlevend ölüme de razı oldu. Ondan ötesi var mı?
Var! Ölümden öte gâvur köyü yok, derler ama başka bir şey vardır, o da namustur! Şehlevend bunu da bilirdi! İşte bunu da bildiği için kendi nazarında ölüm kadar acı olan bu zillete düşmüştü.
Henüz cami vakti gelmemiş olduğundan kızcağız çarşı içine çıkıp bir şekerci dükkânının önünde durdu. Ama bir de şeker almak için cesurca duruş vardır. Öyle değil. Boynunu bükerek durdu. Boynunu bükerek o kadar çekingenlikle, o kadar bir hüzünle ki tam avucunu açtığı zaman şekerci kendisine “İnayet ola!” demiş olsa memnun olacağını ve böyle demeyip de tekdir ederse o zaman pek büyük ızdırap duyacağını hesap ederek durdu. Şekerci, ak sakallı, beyaz sarıklı, üstü başı sakız gibi bembeyaz, tertemiz bir adam idi. Kızcağızın dilenci olduğunu anlayarak çıkarıp birkaç tane peynir şekeri verdi. Şehlevend tekdir ile kovulmayıp bilakis iltifatla gönderildiğine o kadar sevindi ki müddet-i ömründe bu kadar sevindiğini hatırlayamadı. Ancak dükkândan ayrıldıktan sonra şekerlerin yüzüne bakıp bakıp da “Karınları tok, sırtları pek olanlar ağızlarını da tatlandırmak için şeker yerler. Nasıl ki ben de o hâlde iken öyle yerdim. Şimdi ben şekeri ne yapayım? Anacığım şekeri ne yapsın? Bizim karnımız aç! Şekercinin verdiği şeker olmayıp da zehir olsaydı belki işimize daha ziyade yarardı.” diye kaldırdı ve şekeri kızgınlık ile çamurun içine atıverdi.
Biçare kızcağız! Ümidi başka yerden bulmak için bir müddet düşündü. Derken üstü başı temiz bir efendi geçtiğini görünce her ne kadar biraz daha cüreti artmış idiyse de hâlâ utancından mosmor kesilerek ona da elini uzattı.
Neye nail olsa beğenirsiniz? Üstü başı temiz olan efendi, o yürekler acısı kıza iki para vermek şöyle dursun ve nazikane “İnayet ola!” demek dahi şu tarafa kalsın “Hele bak şu utanmaza! At kadar olmuş da hâlâ dilenmekten hayâ etmiyor. Elinde kınası da var! Aman ya Rab, ne rezalet?” diye bir iyi tekdir de etti.
Siz ölüm acısıyla ağlamamaya kadar tahammülü olan Şehlevend’in bu azarlamaya tahammül edemeyerek gözlerinden iki tane fındık kadar yaş fırladığını hesap ededurunuz, biz de bu üstü başı temiz olan efendinin bir mahzun yürek paraladığını zannetmek şöyle dursun, hatta “Ama ne kadar da teessüf olunacak şeydir! Gelişmiş yetişmiş koskoca bir kızı hâlâ bir zapt altına almıyorlar da başı boş bir hayvan gibi çarşıya koyuveriyorlar! İki para için avuç açan bir kız iki kuruş için ne açmaz?.. Sonra da tutarlar, kabahati ya kıza veyahut erkeğe bulurlar. Kabahat ne ondadır ne de bunda! Böyle yetişkin kızları dilendirip de ondan istifadeye çalışan hamiyetsiz velilerdedir!” tasavvurlarıyla kendisini pek hakim bulmakta ve o gün bir büyük hikmet sarf etmiş olduğuna inanmakta bulunmasına şaşalım.
Gerçi üstü başı temiz olan efendinin bu sözü aynı hikmettir. Hikmet ise sevilir bir şeydir. Zira insan için hidayet delilidir. Ancak hikmeti yalnız bilmek ve rivayet etmek yetmez. En büyük zorluk emri tatbiktedir.
Kitab-ı hikmette bir satır görürsünüz ki “Kendi sırrını sen saklamayıp da başkasına açıklarsan, o adamın onu gizlememesine hiç darılmamalısın.” diye yazılıdır. Bu söz pek doğru bir sözdür a!.. Hikmetin gözüdür de! Yine o kitab-ı hikmetin diğer bir satırında “Danışan dağı aşmış, danışmayan yolu şaşmış.” der. Bu da pek doğru bir sözdür. Hikmetin gözüdür! Öyle değil mi? Hâlbuki danışmak için sırrı açmak gerekir. Ve diğer bir tabirle sırrı açmamak danışmaktan vazgeçmek olur. Öyle ise bu sözler birbirini yalanlıyorlar. Birbirini yalanlayan iki sözün ikisi de boştur. Şu mukabele ve muvazenede devam edilecek olursa görülür ki kitab-ı hikmetin her hükmünü yalanlayacak bir hükmü daha vardır. Öyleyse hikmete, baştan aşağı boş ve hükümsüzdür deyip geçeceğiz. Öyle değil mi?
En doğrusu, öyle olmaması gerekir. Yukarıda dediğimiz gibi asıl zorluk tatbiktedir. Bir adam felsefeyi yutsa yine hakim olamaz. Hakim odur ki hikmetin hükümlerini olaylara tatbik edebile. Tıpkı tabip gibi ki başka birisine verecek olsa öldürücü zehir yerine geçecek olan bir ilacı, bir hastalığa tatbik ederek şifa ile sonuçlandırabilir. Yani hastalığı ve devayı bilmek tabiplik değildir. Bir vücutta hangi hastalık olduğunu bilip ona bir tedavi uygulamak tabipliktir. Yine iyi ve kötüyü bilmek ve iyi ile kötünün ıslah ve tadilini de bilmek hikmet değildir. Her meselenin fenalığının neresinde ve neden ibaret olduğunu teşhis edip onu ıslah edecek tedbir bulmak hikmettir.
Bazı kere tabibe “hekim” derler. Zannımıza kalırsa hakime dahi “tabip” dememeli. Aralarında şu fark vardır ki tabip vücudu tedavi eder hakim ise ruhu!
Bizim üstü başı temiz olan efendinin hikmetten haberdar olduğunu, Şehlevend’e söylediği azarlayıcı söz anlattı. Fakat yukarıdaki ölçülerden dahi kendisinin hakim ve ruhu tedavi eden bir hekim olmadığını anladık. Çünkü sarf ettiği hikmet, bir ruhani deva ise de o devaya muhtaç olan hasta Şehlevend değildi. Binaenaleyh sözü geçen deva Şehlevend’e şifa vermeyip onu âdeta zehirledi. Hem de ne zehir! Acısı -avam tabirince- burnundan değil, gözlerinden geldi!
“Öyleyse dilenmem de! Zaten ölüme razı olmadık mıydı? Bugün de aç kalarak bu akşam… Nihayet yarına kadar açlıktan…” diye yine dün geceki fikrini yineledi. Bu cesurca azim ve dünyanın türlü saadeti ve insanların her bakımdan merhamet ve insaniyetleri aleyhine ümitsiz bir nefret ile kalktı, cenaze namazgâhındaki validesinin yanına geldi. Zavallı kadıncağız! Gerçekten cenaze olmasına hiçbir şey kalmamıştı. Kızını görünce başını kuru hasır üzerinden güç bela kaldırıp dedi ki: “Ne haber Şehlevend?”
Kız: “Kimden ne haber