Kız: “Demek oluyor ki hem kendini öldürmek istiyordun hem de karanlıktan aydınlıktan filandan korkuyordun.”
Ana: “Ben kendim için asla korkmuyordum kızım. Senin için korkuyordum. Ah! Gece mumsuz dışarıya çakamayan bir kız!”
Kız: “Ben şimdi hepsine alıştım!”
Ana: (bir hayli sessizlikten sonra) “Eee!.. Şimdi sanki ne demek istiyorsun?”
Kız: “Buraya hiç gelmemeli idik demek istiyorum. Şuraya hendek üzerine çıkıp kendimizi aşağıya attığımız…”
Ana: “Ee sen!.. Sen de mi?”
Kız: “Vay beni bu hâlde bırakıp da yalnız kendini mi kurtaracaksın?”
Ana: “Ah gözümün nuru! Sen daha dünyana doyamadın!”
Kız: “Ben dünyamdan bıktım bile!.. Benim kadar, benden genç kızlar da genç yaşlarında dağ gibi tekerlenip gidiyorlar. Can hususunda ne farkımız var? Tut ki bir karahumma ile de ben gitmişim!”
Ana: “Yatağında ölmek böyle hendekten atlayıp da ölmeye benzer mi? Ah!.. Kemiklerimiz çatır çatır kırılarak ölmek nerede, yatağımızda…”
Kız: “Ne yapalım anacığım! Dünyada o saadetli ölüm dahi mesutlara nasip oluyor. Bizde talih olsa idi bir kere bu dereceye gelmezdik. Geldikten sonra!.. Bizim gibilerin ölümü nasıl olur? Elbette böyle olur.”
Ana: “Aman ya Rab! Aman aman!.. Artık âlemin musibet tanıdığı ölümü bile işte biz saadet biliyoruz. Şimdiye kadar ‘Kurtar!’ diye dua ettik, kabul olunmadı. İşte şimdi ‘Öldür!’ diye dua ediyoruz. Bari bunu kabul et!”
Kız: “Âmin!”
Ana kızın şu konuşması bir saat kadar sürmüştü. Bu süre zarfında şimşek, gök gürültüsü ve baran geçmiş idiyse de bulutun bakiyesi hâlâ gökyüzünü örtmüş bulunduğundan o zifirî karanlık devam eder ve evvelki gürültüye karşılık ise ortalıkta bir derin ve korkunç sükût hükmederdi. Ana ile kız sesi kestiler. Sükût denilen şey ne kadar derin olsa, ne kadar dehşetli olsa, dinlenebilir bir şey olmadığından bunların her biri kendi yüreklerinin çırpıntısını dinlemekle meşgul idiler. Bu derece sıkıntı ve ümitsizlik içinde bulunanların, daima bir şeyi beklemekle vakit geçirecekleri, zamanın iyilik ve kötülüğünü tanımış olanların malumudur.
Neyi beklemekle?
Onu kendileri de bilmez. Fakat bizim ana ile kız birkaç dakika evvel ettikleri bir dua üzerine onun icabetini bekleseler yeridir. Hem kabul edilmiş gibi bir şeydir. Zira bir çeyrek kadar daha bunların devam eden sessizliğini bir şamata, bir gürültü, bir patırtı bozmuştu ki işin başında değil encamında bile güya ölüm canlanmış ve ayaklanmış da olanca haşmetiyle geliyormuş zannolunurdu.
Üçüncü Kısım
Bu sesi batasıca gürültü, birisi önde kaçan ve ikisi arkadan takip eden üç erkeğin gürültüsüydü. Önde kaçan, can kurtarmak havliyle geldi Kanlı Burç’a girdi. Arkadan takip edenler de can alıcı öfkeleriyle geldiler ve Kanlı Burç’a girdiler.
Eyvah! Bizim çaresiz kadınlar burç içinde idiler! Ama ne zararı var? Zaten onlar ölümü çağırıyorlardı. İşte ölüm kendi ayaklarına geldi. Öyle değil mi muharrir efendi?
Öyle değil efendim! Siz insanoğlunun hususi hâllerini tanımaz mısınız? Bunu tanımazsanız bari ölümü çağıran odun yarıcının hikâyesini olsun işitmediniz mi? Pek meşhur bir hikâyedir. Seksen yaşını geçmiş bir odun yarıcı, bir gün -hem de temmuz günlerinin birisinde- yarım çeki odunu sırtına yüklenmiş olduğu hâlde ormandan gelirken yolda dermanı kesilir. Vücudu titremeye başlar. Teri içinde boğulmak mertebesini bulur. Canı burnuna gelir. “Yahu nedir bu benim çektiğim? Çektiğim sıkıntıların, yorgunlukların hepsi âlemde bir lokma ekmek yiyip nefes almak için mi? Hâlbuki aldığım nefesi de ah ederek salıveriyorum. Böyle yaşamaktansa ölmek daha iyidir!” diye sırtındaki yükü yere atıp ölümü çağırmaya başlar! Olacak bu ya! Ölüm dahi herifin sesini işitip iki çukur kemikten ibaret kalmış olan gözlerinden topraklarını dökerek oduncunun karşısına gelir. “Ne istiyorsun? Beni niçin çağırıyorsun?” der. Oduncu bunu görünce aklı başından giderse de yalanı derhâl hazırlayıp “Evet, ölüm efendi evet! Yüküm sırtımdan yere düştü! Kaldırıverecek kimse yok! Bunu kaldırıveresin diye seni çağırdım.” der. Ölüm hakkında odun yarıcının verdiği şu cevap dünyada, ölümü her çağıranın vereceği cevaptır.
Bizim ana ile kız dahi çağırmakta oldukları ölümü karşılarında görünce korkularından titreyerek birisi bir köşeye ve diğeri diğerine sindi. Büzüldü, dondu kaldı. Nefes almak kendilerini ilan edecek bir gürültü çıkarır korkusuyla, nefeslerini bile hapsetmek isterlerdi. Hele gümbür gümbür vurmakta olan yüreklerinin sedasını mutlaka önlemek için ellerini göğüsleri üzerine koyarak bastırırlar, sıkıştırırlar idi.
Ama ortada gerçekten bir ölüm vardı. Bu ölümün fırıl fırıl dönüp dolaşmakta olduğunu ise birbiriyle karşılaşan üç bıçağın can tırmalayan çatırtıları haber verirlerdi.
Bir saat evvelki şimşekler geçmiş olduğundan ortalığın sürekli karanlık içinde kalması, ölümün kötü çehresi üzerine bir siyah perde çekmiş ve onu kadınların gözünden gizlemiş demek olacağı yönüyle bir azim nimet addolunursa da dünyayı sarsmakta bulunan gök gürültülerinin sona ermesi de bir büyük musibet sayılabilirdi. Zira gök gürültüsü sürekli olsa ölüm gürültüsüne galabe çalacağı malum iken bu defaki sessizlik, yalnız bıçak çatırtılarını değil, dövüşenlerin boğuk ve kesik çığlıklarını da değil, öfkelerin doruğa çıkmasından dolayı birbirine sürttükleri dişlerinin gıcırtılarını bile gizleyememekteydi.
Birbirinin kanına susamış olan insanlar, o hararetle ne de dik soluk alıyorlar! Köşelerde büzülmüş olan karılar için yalnız bu can alıcı solukları işitmek dahi yeterli idi. Birkaç kere “Ay! Of!” sesleri işitildi. Bu sesler işitildikçe bıçak çatırtılarına bir saniye kadar ara verilirdi. Nihayet bir vücudun paldır küldür yere yıkıldığını bu sükûta mahsus olan gürültü haber verdi. “Ay!” ve “Bitti!” ve “Mayna artık!” sözlerini üç ağız bir anda söylediğinden, kelimeler birbirinden ayırt edilebilecek hâlde değil idiler. Bunu takiben ortalığı bir ölüm sessizliği kapladı. Yalnız yere düşen vücudun birkaç dik nefes almasından başka ortada bir şamata kalmamıştı. Yine o anda bu nefesler dahi kesildi. Bir köşede bulunan kızcağız, çıplak ve çamur içinde yürümekten buz kesilmiş ayaklarının altında sıcak bir sıvının akışını hissetti
Kan desene muharrir efendi, kan desene!
Evet! Bu sıcak sıvı kandı. Hatta bunun kan olduğunu kızcağız dahi anladığı zaman henüz pek sıcak olduğundan yerden buğulanan buharının kokusunu bile hissettiğini zannediyordu.
İş bitti! Lakin sağ kalan iki herif hemen çekip gitseler ya! Hayır! “Neredesin Mehmet?”, “Bu tarafa gel Yunus!” diye haberleşip sonra elleriyle araştırarak, filan ederek o bilinen teneşiri bulup üzerine oturdular.
Yunus: “Yaralandın mı be Mehmet?”
Mehmet: “Vallahi farkında değilim Yunus! Kemiğimden aşağı sıcak bir şey akıyor ama kan mıdır bilemiyorum. Yalnız omuz başımda biraz ağrı var. Sen nasılsın?”
Yunus: “Benim de kafamda bir ağrı var! Hele elimin kesildiğinin farkındayım. Neyse köpeği geberttik ya!”
Mehmet: “Ama ne köpek? Ne kudurmuş şey! Yedi