Dehşet bundan ibaret olsa can feda! Ya o her çaktıkça cehennemlerin ağzı açılıp da ateşleri âleme saçılır zannolunan şimşek? Ya o her gürledikçe gökyüzü denilen açık mavi renkli büyük kubbe paldır küldür başımıza yıkılıyor zannolunan gök gürültüsü?
Aman ya Rab! Şimşek çaktıkça denize bakmak mümkün değildi. Zira bu gece çakan şimşek, her vakitki şimşekler gibi gökyüzünde çatlar ateşli bir kamçı olmayıp âdeta beyan edilmiş bulutun hesapsız dehşeti eksiksiz olarak yekpare bir ateş kesildiğinden bu dehşet verici görüntü, yukarıda zulmet denizi diye tabir ettiğimiz denize aksedince, deniz sanki cehennemin felaket deresi imiş gibi ateş kesilir giderdi.
Böyle bir gecede bizim bahsettiğimiz hendek içinin ne hâlde olacağını tasavvur ediyor musunuz?
Zaten cehennem kadar karanlık olan ortalığın korku verici karanlıktan daha karanlık ve daha korkunç olan kule bedeninin bütün karanlığı da hendek içine dolmuş olduğundan orası başka yerlerden üç kat daha karanlıktı.
Zaten her taraf karanlık olduktan sonra hendek içi de ne kadar karanlık olursa olsun, karanlığın da böyle katmerlisini hiç işitmemiştik.
Evet! Asıl maksadımız da size bu hikâyede hiç işitmediğiniz şeyleri işittirmek değil midir? Bildiğiniz şeyleri söyleyecek olursak neye yarar? Hasılı tahsile çalışmak boşa çabadır. Mantık okumadınız mı yoksa?
Karanlığın katmerlisini görmediniz ve işitmedinizse önünüzdeki masanın üç yerine üç mum koyunuz. Sonra birbiri mukabilinde iki cisim yerleştiriniz. Bunların gölgelerinin bir diğerini kestiği yere bakınız. Üç taraftan gelen ışıkların oluşturdukları gölgelerin toplandığı yerin ne kadar koyu ve siyah olduğunu görürsünüz.
Üç kat karanlığın hendek için sebep olduğu korku, yalnız orasını diğer yerlerden daha ziyade karartmaktan ibaret değildi. Kara bulut arasından çıkan alevler, diğer yerlerde bulunan gözleri ne kadar kamaştırmakta idiyse hendek içinde bulunan ve daha doğrusu bulunacak olan gözleri üç kat ziyade kamaştıracağı malumdur. Bunun için de ispat mı istersiniz? Karanlıktan aydınlık yere girenlerin gözlerinin ne nispette kamaştığına dikkat edebilirsiniz.
Hendek içinde bulunan veyahut bulunacak olan insana, bütün bütün dehşet verecek şey, gök gürültüsünün duvarlardan ikinci defa olarak akseden gürültüsüydü. Ama ne gürültü?.. Dışarıda bulunanların kulaklarını sağır edecek bu gürültünün, hendek içinde toplanan kuvveti kulakları doldururdu. Eğer sesin toplanmasını da inkâr ederseniz, bir mızıkanın bahçede çalmasıyla bir de divanhane gibi dar bir yerde çalması hâlinde sesin yayılış ve toplanışına dikkat buyurunuz.
Herkesin: “Ve yüsebbihü’r-ra’d” ayet-i kerimesini okuyarak Cenab-ı Bari’den yardım dilemekle meşgul olduğu ve kapıdan çıkmaya değil; hatta pencereden bakmaya cesaret edemediği böyle bir gecede, Lüleciler Çarşısı tarafından hendek içine iki insan hayali girdi. Şimşek çaktıkça hasıl olan ışık arasında, bu hayallere bakan olsa ikisinin de kadın olduğunu hâllerinden anlayabilirdi. Ya böyle bir gecede kadınlar, belalarını aramaya mı çıktılar?
Hayır! Bunların telaşlarına, hafakanlarına dikkat etmek ihtimali olsa bir beladan kaçıp kurtulmak için oraya geldikleri anlaşılırdı.
Ya bu belalı yerde bir belaya daha çatarlar ise?
Çatmayacakları ne malum? Bir kere bela ile tanışıklık peyda etmiş olan adam, nereye gitse belanın onu takip edeceği feleğin koyduğu tabii bir kanun hükmündendir. Saadet dahi böyle değil midir? İş ki insan bir kere mesut doğmuş olsun. Denize düşse kulağı ile uskumru tutar!
Bu iki biçare kadıncağız, karanlık bastıkça basacakları yeri göremedikleri ve şimşek çaktıkça gözleri kamaştığından yerlerinden kımıldanabilmekte pek büyük zorluk çekerlerdi. Henüz yağmur başlamadığından bari bu zorluktan kurtulmuşlar iken o aralık bir şiddetli şimşek ve bir azim gök gürültüsünü takiben yağmur dahi boşalmasıyla artık çareleri bütün bütün kesildiğinden iki kadının birisi azim ve gayrete gelip arkadaşını kolundan yakaladı. Şimşek çaktıkça yolun ilerisini tahminle, kapandıkça da diğer eliyle ilerisini yoklaya yoklaya nice bin zorluk ve eziyetle ilerlemeye başladılar.
Canım muharrir efendi! Niyetinizi anladık. Siz şu kadınları sözü geçen Kanlı Burç’a sokacaksınız. Bir an önce sokunuz da hikâyenin alt tarafına bakalım.
Öyle ama zemini gayrimuntazam ve geçişi dikenler ve çalılar nedeniyle zor olan hendek içinden, o göklerin belası esnasında geçip de Kanlı Burç’a kadar varabilmek iki çaresiz kadın için ne kadar meşakkatli ve ne kadar zor olduğunu hayal edebilecek misiniz?
Edeceğiz!
Öyleyse işte kadınlar o hayal edebileceğiniz sıkıntı ve zorluğu görerek güçlükle Kanlı Burç’a ulaşabildiler. İçeriye girdiklerinde ortalığı karanlık içinde karanlık görmeleriyle irkilip kalmışlardı. İlk defa şimşek çakınca kapıdan giren ışık, birkaç saniye için ortalığı gündüzden daha aydınlık ettiğinden kadınlar etraflarını görebildiler. Keşke görmemiş olsaydılar!
Vay ne gördüler?
Ne görecekler?.. Hatırınızdan çıkardınız mı? Bir kurumlu köşe, bir kaba hasır, bir de!.. Teneşir!.. Şu adı soğuk şey yok mu? İşte o!
Birisi: “Aman kızım! Burada bir de teneşir var!”
Diğeri: “Gerçek! Korkma anacığım korkma!”
Ana: “Sen korkma kızım! Ben neden korkayım?”
Kız: “Ben neden korkayım anacığım? Keşke bir tarafında da bir Azrail bulunsa! Öyle değil mi anacığım? Canımıza minnet değil mi?..”
Of!.. muharrir efendi of!.. Bunlar ana ile kız imiş ha? Hem de pek dertli şeyler olmalı. Baksanıza, Azrail’i istiyorlar. Vallahi muharrir efendi, ne yalan söyleyelim, biz böyle bir gecenin yarısında, hendekler, kanlı burçlar içinde gezen bu iki kadını hayırlı takımından zannetmemiştik.
Bunları hayırlı takımından zannetmemekte acele etmişsiniz. Şimdi dahi hayırlı takımından zannetmekte acele ediyorsunuz. Bu gibi şeylerde işin aslına varmadan hüküm vermek gayet tehlikelidir.
Evet! Zahir hâllerine bakılırsa bunların pek dertli bir ana ile kız oldukları görülürdü. Biçareler şimşeği takiben yine ortalığı kaplayan karanlığı güya elleriyle bertaraf ederlerse öte tarafta bir aydınlığa ulaşacaklarmış gibi hareketler ile ilerlediler. O korkunç iskemle üzerine oturdular. Bir süre sükûttan sonra aralarında şöyle bir söz açıldı:
Kız: “Ee anacığım! Buraya da geldik.”
Ana: “Geldik kızım.”
Kız: “Sanki biz buraya niçin gelmiştik?”
Ana: “Niçin geleceğiz? Başka gidecek bir yerimiz ve edecek bir çaremiz mi var? Yoksa senin aklına bir şey mi geliyor kızım?”
Kız: “Hayır anacığım! Eğer senin aklına bir şey geliyorsa çekinme söyle!”
Ana: “Benim aklıma geliyor değil, geldi, ama ah Şehlevendciğim, a kızım, evladım, ciğerparem, sen pek gençsin! Hem de deniz pek karanlık idi!”
Kız: “Çekinme anacığım, söyle söyle! Zaten Tophane İskelesi’ne niçin gittiğimize ben