“Ol vagıt Girit Adasın gaşagak, hepsi argadan galagak. Sallanmak ma fiş. Yağ gibi kayagak, bir gun bir gîce yallah Skanderiye!” diye Girit Adası’nı geçtikten sonra rüzgârın pupadan geleceğinden bahisle, sallanmadan bir gün, bir geceye kadar İskenderiye’ye varacakları vaadi ile hepsini temin etti. Şu kadar var ki evdeki pazar çarşıya uymadığından hacılar bir gün bir gece sonra İskenderiye’ye varamadıkları gibi beş on gün, beş on gece sonra başka bir yere vardılar. Şöyle ki…
Beşinci Kısım
Okyanus Şeytanı, İstanbul’dan Kaşot Adası önünde bulunan küçük adalara kadar olan mesafeyi ancak altı gün ve yedi gecede katedebilmişti. Yedinci gece, akşamüzeri ay karanlığında hacılar, dalgalanarak fosforlanmakta ve etrafa nurlar saçmakta olan denizi temaşa ile geminin İskenderiye tarafına yönelmesini beklerlerken, bir de tek Latin yelkeni açmış ufarak bir şalopanın6 gerçekten şeytan gibi bir süratle geminin hemen yanı başından geçip gittiğini görünce yürekleri oynamıştı.
Hacıların yüreklerini oynatan şey şalopa geçerken turna kuşu gibi kabarmış olan dalgaların bunu elma gibi kaldırıp da hemen geminin içine atıverecek zannolunan hareketinden ibaret değildi. O zaman Cezayir dayıları ile Akdeniz’in adalar korsanları, her nevi gemiye büyük zararlar verdiklerinden ve Gelibolu Boğazı’ndan çıktıktan sonra herkes sürekli bu korku ve endişe içinde bulunduklarından, bu kere yüreklerini oynatan şey de işte yine şu deniz hırsızı korkusuydu.
Bir aralık yolcular “Adam sende! Sünger kayığıdır. Korkacak bir şey yok. Velev ki hırsız olmuş. Koca gemi bir sandaldan da korkacak değil ya!” diye yek diğerini temine başlamışlardı. Fakat kaptan tesadüf ettikleri belanın nasıl bir bela olduğunu derhâl keşfettiğinden taifesini hemen mevcut olan iki topun etrafına topladı ve hacılara da: “Yahu hagılar! Silah başına silah başına!” diye bir kumanda verdi.
Öteden beri Arap’ın lisanını alay konusu etmekte bulunan bazı zevzekler yine alay etmek istemişlerse de gördükleri bazı alametler artık alaya da mahal bırakmamaktaydı. Bu alametlerin birincisi geminin yanından geçip yarım mil mesafeye kadar ayrılmış olan şalopadan atılan bir havai fişek idi ki bunun “vıjjj” diye bir serv-i âteşin-âsâ bulutlara kadar çıkması İstanbul’da Kadir Geceleri şehrâyinlerinde7 atılan havai fişekler gibi etrafa letafet vermeyip bilakis bu alameti tanıyanların yüreklerini tırmalayarak çıkmıştı. Bunu müteakip üç dört mil kadar uzaktan ve sıkıca bir karanlık içinden bir havai daha havalandı. Bir de top atıldı. İşte bu top herkesin yüreğini sarstı. Aradan beş dakika geçtikten sonra şalopanın içinden bir çanak maytabı yaktılar. O zaman kayık içinde üç dört asker, koca sarıklı ve kolları sıvalı Cezayir dayısı görüldü ki kırmızı bir ziya içinden bunların görünüşü olsa olsa cehennem içinde zebanilerin görünüşüne benzetilebilirdi.
Bunun üzerine Arap kaptan, hacıların en söz anlayanları yanına gelip batı tarafından doğru tam pupa yelken yıldırım gibi gelmekte bulunan koca bir gemiyi göstererek “İşte düşmanınız bu taraftadır. Bu gemide bizim topu topu iki topumuz var. Onların ise en aşağı sekiz topları vardır. Cenk etmenin ihtimali yoktur. Eğer yalnız şu şalopa olsaydı bir çaresine bakardık. Ben canımı beyhude yere tehlikeye koymamak için gemiyi teslim edeceğim. Yok, eğer siz teslim olmak istemezseniz cenk edebilirsiniz.” hükmünü Arap şivesiyle hacılara anlattı. Bu defa Arap’ı alaya alacak bir kimse bulunamamıştı. Bir kimse bile harbi istemedi. Herkes “Malımızı alırsa alsın, tek bir canımız kalsın, razı oluruz.” dediler. Kaptan, insaniyetten azat ederlerse ona diyeceği olmadığını ve illa yalnız malları değil kendilerinin de esir düşeceklerini fakat cenge kıyam edip de o zaman bir de mağlup dahi olurlarsa işte o zaman canlarından da emin olamayacaklarını anlattı. Can korkusu hacılara esareti dahi göze aldırtmakla hepsi olaylara muntazır8 kaldılar.
Bu müzakerede kaptanı hiçbir suretle ayıplamaya ve ithama hakkınız yoktur. Gelen geminin büyüklüğünden anlaşıldığına göre sekiz on topa ve kırk elli hırsıza, yalnız iki top ve on kadar tayfa ve bir miktar cenk eden bihaber hacı ile mukabele edilemeyeceği ortadadır. Hatta kaptan mukabeleyi göze almış olsaydı, o zaman yiğit değil mecnun addolunmak lazım gelirdi.
Ama diyeceksiniz ki kaçsın.
Buna da imkân yoktu. Zira kendisi henüz borda istikametinden gelen rüzgâr üzerinde bulunup, düşmansa bu rüzgârı pupasına almış olduğu hâlde geldiğinden, kendisi iskele alabanda edip de yelkenleri şişirinceye ve gemi süratini alıncaya kadar üç mil mesafeden işaret kaldıran düşmanın gelip çatacağı apaçık ortadadır. Farz edelim ki arada üç mil mesafe olduğu hâlde firara başlamaya muvaffak olsun. Hırsız gemisi, savaşmak, kaçmak ve kovalamak için yapılmış olduğundan bu üç mil mesafeyi birkaç saatte yediremez mi?
Velhasıl yolcuların muntazır kaldıkları olaylar, bizim şu mülahazaları ettiğimiz zaman kadar gecikmeden geldi çattı. Yarım milden az bir mesafeye kadar gelip orsa alabanda arma ederek denize demirlenmiş gibi değil, mıhlanmış gibi yerinde kalan haydut gemisi başta, kıçta ve ortada birer çanak maytabı yakarak kendisini hacıların gemisine gösterdi.
Aslında harp sanatınca, haydut gemisinin bu hareketi uygun olmayıp savaşacak olan bir geminin kendisini mümkün mertebe karanlık içine saklaması lazım gelirse de işbu haydut gemisi önce şalopa tarafından yakılan maytap ışığında yolcu gemisini layığıyla muayene ederek korkulacak bir şey olmadığını görünüşünden anlamış olduğundan bu kere yolcuları korkutmak ve silah kullanmaksızın arzusuna kavuşmak için böyle harekette bulunmuştu.
Gerçekte ettiği hareket, hacı gemisini korkutmaya kâfi idi. Zira haydut gemisi, hacı gemisini sancak bordası hizasına alıp bu hâlde sancak küpeştesinde dizili olan altı parça topun ağzı gemi tarafına açık bulunduğu gibi iskele tarafında bulunup denizin dalgalanması münasebetiyle yerlerinde bağlı olan toplar dahi sancak tarafına ve hacı gemisi üzerine çevrilmiş olduğu hâlde bağlanmış ve gemi de sancak bordası üzerine eğilmiş olduğundan, güvertenin üzerinde işbu on iki kıta topun ve ellerinde fitil ve tomar veyahut tüfek ile hazır bulunan seksen kadar eşkıyanın kırmızı maytaplar ziyası içinde bir kat daha artan heybetleri, hacı gemisinden ayan beyan görünüyordu.
Hacılar, bu garip temaşa üzerine titremeye başladılar. “Aman kaptan! Sen bilirsin! Aman çabuk teslim ol! Yoksa herifler kavga ederler!..” diye yalvarmaktan başka ellerinden ve dillerinden bir şey gelmezdi. Kaptan dahi teslim olma komutunu verip yelkenleri indirdikten başka, sair vakitler matem alameti olup böyle bir vakitte ise teslim alameti olmak üzere seren çubuklarını dahi bir tarafa eğdi.
Bu işaret üzerine haydut gemisinde hâlâ yanmakta bulunan maytapların denize atılmasından başka bir hareket görülmedi. Gemi yine yerinde dururdu. Yalnız mahut şalopa gelip yanaştı ve gerek yolcuların ve gerek tayfaların ellerini bağlamak için dört kişi gemiye girerek vazifelerini ifaya başladılar.
Nasıl, şu dört kişiyi yakaladığınız gibi parça parça etmek hatırınıza geliyor mu? Geliyorsa o tarafta ağızlarını açıp beklemekte bulunan on iki topu da hatırdan çıkarmayınız. Dört eşkıyayı tepelemek için geminin bir anda içindekilerle kaybolması hesabınıza elverirse haydutları tepelemekte serbestsiniz.
Lakin bu ise hacıların hesabına elvermemişti. Hepsi birer birer teslim olarak ellerini bağlattılar. Hatta o merhametsiz haydutlar kadınların bile ellerini bağlarlardı. “Aman ağalar! Merhamet ediniz!