Gemi zaten yanmamış olsa bile batacak mertebede zedelenmiş olduğundan yarım saat kadar da ateşin tahrip edici gücüne göğüs gerdikten sonra denizin dibine indi gitti. Haydutlar, “Bir şey alamadık ise onlara da bir şey bırakmadık ya!” diye kendilerini teselli ettiler.
Bu arbedenin sonu artık sabaha tesadüf eylemişti. Ortalık gereği gibi aydınlandıktan sonra haydut gemisinin direklerinde, küpeştelerinde, bordasında bir hayli sakatlık görüldü. Hacı gemisinin ise güvertesindeki yaradan başka bir yara da bordasında açılıp başka bir sakatlık görmemişti.
İki gemi ve şalopa bir yere geldiğinde haydutlar arasında bir hayli üzücü sözler söylendi. “Bir ava kanaatle ötekine hiç tamah etmemeli idik. Az tamah çok ziyan getirir derler. İşte getirdi. Nüfusça, yoldaşça zararımız yok ise de gemice bakınız ne zarara uğradık. Galiba hacıların bedduası bizi bu hâle koydu.” denildi. Hele bu son söz, birkaç ağızda tekrarlandığı zaman hacılar, “Hiddeti teskin yolunda kurban olmayalım!” diye bir hayli korkuştularsa da çok şükür haydutlar, böyle bir melanete daha kalkışmayı hatırlarına getiremediler.
Biraz akıllarını başlarına aldıktan sonra haydutların birinci derecede akıl ettikleri şey, Tunus sularına doğru yol vererek o sulardan uzaklaşmak oldu. Çünkü etrafta gemiler varsa bir iki saat boyunca atılan topların sesine şayet imdat isteme manası vererek gelirler düşüncesi, o suları bunlara tehlikeli gösterirdi. Bu karar üzerine kopan ipleri bağlamak gibi küçük tamiratlar çabuk ve acile olarak icra edildikten sonra güney tarafına doğru yol aldılar. Hacılar hâlâ ne olacaklarını bilemeyerek büyük bir şüphe içinde bulunurlardı.
Hele biçare Şehlevend’in validesini sormayınız. O artık dünyasından da Şehlevend’inden de cümleden vazgeçip “Acaba şu haydut, bıçağı ne zaman göğsüme sokacak veyahut beni de sair sekiz on hacı gibi ne zaman denize atacaklar?” diye ölümünü beklerdi.
Ya haydutlar ne yaparlar, ne derlerdi?
Onlar ise bu defaki gördükleri zararın çokluğundan bahisle kadın, erkek, ihtiyar ve genç hacılardan hiçbirisini affetmeyip cümlesini esir etmek ve ucuz pahalı demeden satıp pahasıyla gemiyi tamir etmek suretini müzakere ederlerdi.
Vay! Şehlevend gibi validesi de esir oldu ha, muharrir efendi?
İşte görüyorsunuz ya! Artık “El ile gelen düğün bayram!” darbımeseliyle müteselli olabilirse varsın olsun!
ÜÇÜNCÜ KİTAP
Birinci Kısım
Bundan evvelki ikinci kitapta hacı gemisiyle Venedik veyahut İtalyan olduğu anlaşılamayan bir diğer gemiyi vuran korsanların Cezayirli olduklarını haber vermiştik. Ancak Cezayirlilerin yalnız böyle bir tek vakalarını haber vermek Cezayirlileri okuyucularımıza tanıtmaya kâfi olamaz. Hikâyemizin en büyük bir kısmı da Cezayir’e ait olduğu için bu memleketi güzelce bir nazarı dikkatten geçirmek lazım gelir.
Hicri 1200 senesine doğru, yani bundan doksan sene kadar önce ve Fransızların Cezayir’i zapt ve gasp etmelerinden kırk beş sene kadar evvel Cezayir’deki “dayılar”, bir ehl-i dikkatin nazar-ı dikkatini davet edebilecek bir hâlde idiler.
“Cezayir’de dayılar” sözü büyücek bir sözdür. Cezayir!.. O Cezayir ki azim ve cesim olan İslam memleketlerinin bir kolu, hem de kahramanlık kolu demektir. Dayı!.. O isim ki kahramanlık ve sahipkıranlık9 anlamları hep bu ismin hükmü altına girebilir.
Fenlerin esasına giren hususlarda, şairane mübalağalara hiçbir eserimizde iltifat etmemiş ve ehemmiyet vermemiş olduğumuzdan Cezayir ile dayıları hakkında söylediğimiz şu iki sözün de mübalağaya hamledilmemesini ümit ederiz. Özellikle bir şey hele apaçık ortada olursa mübalağaya hamletmeye mahal mi kalır? Cezayir, o Cezayir değil midir ki bazı dişlice kaptanları, hemen hemen Akdeniz’in bütün sahillerini haraca kesmek derecesine varmışlar? Dayılar öyle kahramanlardır ki pek çok adamın gözünü yıldıran ölüm, onlardan tir tir titreyerek, herifler âlemde ölüm denilir bir hüküm, bir durum olduğunu unutacak mertebeyi bulmuşlar?
Lakin yazık ki bizim burada haber verdiğimiz Cezayir, düşünce erbaplarının bu isimden anladıkları Cezayir değildir. Burada kale aldığımız dayılar da okuyucularımızın keza bu namdan anlamak istedikleri adamlar değildir. İşin böyle olduğu, Cezayir’in özel tarihi incelenmekle ortaya çıkar.
Hem bu Cezayir’in özel tarihi araştırılmalıdır. İslam’ın kahramanlık tarihi kaleme alınırsa en şanlı, en şevketli kısmı işbu Cezayir kahramanlık tarihi olur. Lakin bizim hikâye ettiğimiz zamanki durumları, kahramanlık devrinden ibaret olacak bir hususi tarihin dışında kalır.
Önceleri Cezayir’de siyasi gücü temsil etmek üzere bir vali ve harp gücünün reisi olmak üzere bir dayı bulunur iken hicri 1122 senesine doğru Baba Ali namındaki dayı, Cezayir valisi aleyhine ayaklanarak askerin muvafakatıyla muvaffak olduktan, yani valiyi kovarak kendisi hem Cezayir valisi hem de dayısı olduktan sonra Cezayir dayısı olan zatın bir vali mertebesinde büyümüş lazım gelecek gibi hesap edilirken tam aksi ortaya çıkmış ve Cezayir valisinin bir dayı derekesinde küçüldüğü görülmüştü. Malumdur ki bir küçüğün büyümesi halk nazarında yeni bir ehemmiyet peyda ederse de bir büyüğün küçülmesi halk için oyuncak olmaktan başka bir şey icat eylemez.
Binaenaleyh Cezayir’de de valilik makamı, dayılık mesnedi kadar küçüldükten sonra bir rezalet baş gösterdi ve gitgide vali demek olacak olan dayının veyahut dayı demek olacak olan valinin asker elinde oyuncak olması derecesine kadar da vardı. Asker taifesi kimi münasip görür ise onu dayılık ve valilik mertebesine çıkardıklarından askerî sınıfın ihtilafları ile bir günde altı kişi dayı indirmek ve seçmek gibi rezaletler dahi görüldü ve olayların sayfalarına işlendi.
Şimdi size sorarız ki bu Cezayir, bildiğiniz Cezayir midir? Bu dayılar da tanıdığınız dayılar mıdır?
Bu dayılar o eşkıya zümresindendir ki aslında halkın ırz ve mallarını kendileri muhafazaya memur kimselerden iken ırz ve mala tasallutla eşkıyalık yoluna girerler ve bu yolda yoldaşlarını ve yoldaşlarının yardımıyla tasallutu arttırdıkça, kuvvetlerinin dairesini dahi genişleterek, nihayet güya Cezayir valiliği ve hatta hükümdarlığı demek olan dayılık derecesine kadar varırlardı. İşte siyasetin inceliklerinden ve işlerin öneminden tamamen gafil bulunan bu herifler değil midir ki o mübarek memleketi muhafaza edemeyerek en sonra ecnebiye kaptırmışlardır?
Şu kadar var ki; burada bizim haydutluk falan gibi tabirlerimizden bunların Lefter gibi birer hırsız olduklarını zannetmemelidir. Hoş öyleleri de vardı ya? Lakin içlerinde namuslarını da muhafazaya gayret gösterenler(!) eşkıyalıklarını umumun nazarından gizlerlerdi. Mesela bir gece on beş yirmi atlı ile filan köyü basıp yağma ettikleri hâlde, ertesi sabah bu köye yine kendileri giderek dün geceki eşkıyayı araştırırlardı. Kâh olurdu ki köylüler de onları tanıyıp kim bilir ne yolda lanetlere delalet eden tebessümleriyle “Ağalar! Gelen haydutlar pek uzağa kaçmışlardır. Nafile aramayınız! Hiç onlar sizden korkmadan bu civarda kalırlar mı?” derlerdi. Zira ağalar hazeratı dün gece köy halkını haydut sıfatıyla soydukları gibi bugün de kır serdarı ve zabitlik sıfatıyla soyduklarından, biçare köylüler hiç olmazsa ikinci beladan kurtulmak çaresine bakarlardı.
İşin bu cihetlerini açıklamaktan maksadımız, Cezayir’in o meşhur olan dayılarının dahi o anlatılan dayılar olmadığını düşünce erbabına güzelce ispat etmektir. Bunların suret ve eşkıyalıkları mertebesi konusunda şu fıkra dahi bir hayli izahat verir ki:
Eşkıyalık yolunda