Yüzünün sonuncusu omuzdan gelişle doğmaya çalışan tek bebektir, tümünün içinde en uğursuz doğum pozisyonudur. Doğuma doğru bebeğin rahim içinde dik konuma geldiği bir an vardır. Yüz seferde bir kez genellikle bazı maternal kusurlardan dolayı da bebek dik değil yan yatmış hâlde durur bu durum bebeğin hayatını kaybetmesine neden olabilir. Üstelik eğer durumu değiştirmek için müdahalede bulunulmazsa yalnızca bebek ölmez anne de kaybedilir. Doğal güçlere bırakılmış omuzdan gelişli doğum nihayete ermez ve yarım kalır: Anne kurtarılamadan bebeği tarafından öldürülerek can verir. Eski zamanlarda ölü kadının rahmini açma ve hâlâ canlı olan bebeği çıkarma girişimleri yapılırdı. Hatta bazen anne ölümünden bir buçuk saat sonra bile rahmi açtıklarında başarılı oldukları olurdu, böylece sağ bebek ne yazık ki annesiz doğardı. Bugün ise doktorlar hem annenin ve hem de çocuğun hayatını kurtarabiliyorlar. Ancak yine de Avrupa’nın pek çok kırsalında, Hindistan ve Çin ovalarında, Amerika ve Avustralya topraklarında, Afrika ormanlarında, her gün yüzlerce anne, uzun yoldan getirdikleri ve doğamamış çocuklarıyla birlikte korkunç ortak bir acı içinde hayatlarını kaybediyor.
İnsan sevinmek için uygun olan doğasının bu temel kuralını ihlal ederse acıyı reddeder. İlk insan Âdem’den bu yana insanlar kalplerini sıkıştıran acıdan kurtulmak için dualar ettiler, Havva’dan beri insanlar yaralarının üzerine otlar koydular ve böylece uzuvlarının acısının azaldığını gördüler, insanlık o zamandan bu zamana acıyla savaşır durur.
Bin yıl boyunca süren bu savaş iki büyük cephede gerçekleşti: ruhun acılarının yaşandığı Asya’da birincisi; fiziksel sancıların yaşandığı Avrupa’da ikincisi. Asya’da (pozitif bilimler ve ilahiyat biliminin ana vatanı) büyük bir lider vardı: İsmi Gotama Buda’ydı. Bundan yirmi altı yüzyıl önce bir akşam Benares yakınındaki Neranjara Nehri kıyısında bir incir ağacının altında meditasyon yapmak için oturdu. Yirmi yaşındaydı. Avrupa’da ise (doğa ve mekanik bilimlerinin ana vatanı) 1798’de Londra’da bir akşam korkunç bir diş ağrısı çeken Humphry Davy adında bir öncü vardı. O da yirmi yaşındaydı.
Birbirinden çok uzak ve çok farklı bu iki gencin hayatı yine de acıya karşı insanın savaşında, her ikisi de bu savaşı kazandığı için birbirine paraleldir.
Gautama Buda soylu bir aileye aitti, yakışıklı, sağlıklı, güçlü, zengindi eşine âşık bir insandı. Mutlu olmalıydı ya da mutlu olurdu, eğer bir gün muhteşem güzellikteki bahçelerinde bir dilenciyle karşılaşmamış ve böylece sefaletin ne demek olduğunu öğrenmemiş olsaydı; bir cüzzamlıya denk gelmemiş ve böylece hastalığı öğrenmemiş olsaydı, bir cesete rastlamamış ve böylece ölümü öğrenmemiş olsaydı. Bu üç katmanlı karşılaşma kalbinde bir yara açtı ve huzurunu elinden alıp yerine daimi bir hüzün yerleştirdi. Ruhunun acısını dindirip ona derman olacak bir çare aramaya niyetlenerek yavaş yavaş her şeyi terk etmeye başladı. Koskoca bir prensken gezgin bir keşişe dönüştü, hacca gitti, yol boyu çile çekti, çul giydi, gecelerce gözünü uyku tutmadı, günlerce oruç tuttu, onu önce arındırması sonra iyileştirmesi gereken bu bedensel zorlukların çoğunun hiçbir şeye hizmet etmediğini anladı. Bir akşam Neranjara Nehri kıyısında bir incir ağacının altında bir başına oturuyordu. Yanından bir kız çocuğu geçti, kız kemikleri sayılacak kadar zayıf bu münzeviyi gördü; ona acıdı ve ona bir kâse haşlanmış pirinç verdi. Gautama hemen pirinci yedi ve sonra mutlak bir konsantrasyonla tüm gece boyunca süren derin bir meditasyona gömüldü. O saatler boyunca bizzat kendisine ait ruhu, yekpare mutlulukla dolu ve hiçbir acının ulaşmadığı bir patikada yürüdü durdu. Sabaha aydınlanmış olarak gözlerini açan münzevi (o zamandan itibaren Buda olarak anıldı) incir ağacının altından kalktı ve ilk beş öğrencisine durumu ilan etmek için Benares’e gitti. “Ey sizler, dinleyin, ruhu acıdan kurtaran yol bulundu.”
Humphry Davy ise dağlık ve engebeli bir bölge olan Cornwall kontluğunda varlıklarını sürdürebilmek için mücadele eden, fakir bir madenci aileden geliyordu. Doğa bilimlerine ve hepsinden önemlisi kimyaya karşı olağanüstü bir tutkusu vardı, çocukluğunda yalnız başına çalışmalarına başlamıştı bile. O kadar çok ilerleme kaydetti ki, yirmi yaşında, azot oksit, izole edilmiş gazın özelliklerini incelemek üzere görevlendirilen Dr. Beddoes’in pnömatik atölyesine çırak olarak girdi, çeyrek yüzyıl önce Joseph Priestley, buna oksijen gazlı azotlu hava diyordu. Humphry her ne kadar hasta hâlde korkunç bir diş ağrısı çekse de bu çalışma için heyecanlıydı. Bir gece, yorgun olmasına rağmen yanağını şişiren ve ona yatakta huzur vermeyen diş ağrısı yüzünden uyuyamadı. Odanın içinde küçük şişeler ve ampuller arasında avare avare dolaştı. Rastgele bir not defterini açtı ve okudu: “Azot oksit, tatlı bir tada sahip renksiz bir gazdır.” Kendi kendine, “Peki koku nasıl tanımlanabilir?” diye sordu. Küçük bir gaz tüpü aldı ve kokladı: “Bu hafif bir koku.” dedi kendi kendine ancak bu düşünce onda inanılmaz bir gülme isteği yarattı ve her kokladığında kahkayı patlattı, gülmekten çatlayıncaya kadar adamakıllı güldü. O esnada diş ağrısı gitmişti işte Humphry, azot protoksitin olağanüstü erdemlerini keşfetmişti bile. Böylece anestezinin temellerini atmıştı. Bunu tüm dünyaya bildirdi ancak her ne kadar Londra Kraliyet Akademisi Derneği profesörü ve ünlü bilim adamı olsa da kimse onu dikkate almadı. Fiziksel acı herkes için o kadar kaçınılmaz görünüyordu ki Humphry Davy’nin iddialarını ciddi bulmadılar. Oysaki bedeni acıdan kurtaran yol bulunmuştu.
İşkence odasındaki on iki saatlik acı sonunda bitti ve artık doğmak üzereyiz. Kırk hafta içinde bize karmaşık ve takdire şayan bir beden veren, onun yanında daha da karmaşık ve kusursuz bir ruh kazandıran, doğum zamanımızı ve doğru pozisyonu belirleyen, başlangıçta narin sonra acımasız gibi görünen yaşam, şimdi eserini bitirmeden evvel sağlamlığını test eden ve her yönüyle uzun süre inceleyen titiz bir mimarın soğukkanlı ifadesini takınmıştı. Onun için acı önemli değildi, en büyük zorluk öngörüydü.
Hayat bizi on iki saat boyunca iyice analiz etti: Bizi sıkıştırdı, devirdi, iskeletimizi, eklemlerimizi ve organlarımızın sağlamlığını denemek için eğdi büktü. Eğer bir kusur ya da zayıflığımız olsaydı bu denemeyi geçemezdik. Şayet yaşam annemizde bir eksiklik bir kusur bulursa (rahim veya pelvik konformasyonun bir kusuru) sınavı geçmek bizim için çok daha zor olacaktır çünkü kusurlu bir annenin bebeğinin de kusurlu olacağı şüphesi doğar. Anne anomalisi en iyi pozisyon olan baş aşağı gelişe engel olabilir, bunun yerine bizi yüzden, makattan gelişe ya da daha kötüsüne zorlar. Bu durumda doğum daha zahmetli hâle gelir, dolayısıyla sınavımız daha da zorlaşır, dikkat ister.
Doğumumuz sırasında yaşam bir Spartalıya dönüştü. Zayıfları durdurdu ve onları merhametle savaştan korudu. Bizi ancak ölçüp biçtikten sonra savaşa bıraktı. Güçlü ve dünyevi çatışmayla yüzleşebilecek kabiliyette oluşumuzu değerlendirdi. İşte bu yüzden şimdi dünya ışığına kavuşmak üzereyiz. İşte şimdi buradayız.
İşkence odasından çıkar çıkmaz ışıkla karşılaşıyoruz, o esnada nefes alışverişimiz hâlâ yok. Ebe bizi annemizin dizleri arasına bıraktı; göbek kordonu ölmekte olan plasentanın son kan darbelerini taşımaya devam ediyor.
Işık ilk dünyevi karşılaşmamızdır ve acemi olan görme yetimiz için oldukça zorlayıcıdır. Diğer duyularımız ise bu esnada uykularına devam ederler. Sesler kulak zarlarını dolduran bir jöle tarafından geri tutularak bize ulaşmaz. Henüz nefes almıyoruz ve bu nedenle koku ve tat alma duyumuz da sessiz. Bebekler epidermisini tamamen kaplayan verniks kazeoza nedeniyle dokunma duyusunu bile asgari kullanırlar. Bunun yanında şaşkına dönmüş ruhumuz