İlk kez büyük bir istasyona getirilen çocuklar, dağcılar, yabaniler trenlerin düzensiz gelişi ve gidişi arasında kaybolmuş hissederler. Ancak onlara tren tarifesi açıklanınca sakinleşirler, etraflarına bakıp gülümserler.
Gece gökyüzüne bakıp yıldız düzenini keşfetmeye ve göksel yörüngeleri bulmaya başlayınca aynı gülümseme ilk insanların yüzlerini de aydınlatmış olmalı. İnsan her yerde yasaları aradı çünkü anlamadan yaşaması onun için imkânsızdır.
Yüzyıllar boyunca bir bakla, bir civciv, bir çocuk tasarlandığında bağırıp çırpınan ataların sesi hakkında hiçbir şey anlaşılamamıştı. Nihayet ataların heyecanlı korosunda sesleri birbirinden ayırt etmeyi başaran bezelye tutkunu Avusturyalı bir başrahipti. Adı Gregor Johann Mendel’di ancak dinde Don Gregor adını almıştı. Bir ilahiyatçıydı ve botanikle uğraşıyordu. Hiç tanınmadan öldü.
Don Gregor 1822 yılında, bir çiftçi ailede dünyaya geldi. Çocukluğundan bu yana bezelye bitkileri yetiştirme fırsatı bulmuştu ve bu hayatı için büyük bir önem taşıyordu. Brno’daki San Tommaso Manastırında okudu sonra matematikte gelişmek için Viyana’ya gitti ve nihayet bir lise öğretmeni olarak tekrar Brno’ya döndü. Burada yayınlarını okumak bile istemeyen bilim adamlarının ilgisizliği arasında otuz yıl boyunca bezelyeler üzerine araştırmalar yaptı. 1868’de cesareti kırıldı, başrahip olarak anılmayı kabul etti ve o zamandan itibaren sadece manastırla uğraştı.
O yıllarda bilim Charles Darwin etkisindeydi, herkes doğal ve cinsel seçilim yoluyla türlerin kökenini tartışırken, kimse Brno’nadaki mütevazı bir Doğa Dostları Derneği’nin bitki melezlerinin araştırılması üzerine belirli bir Mendel tarafından hazırlanmış iki yayın yayımladığının farkına varmamıştı.
1882’de Charles Darwin öldü, Isaac Newton’un yanına, Londra’daki Westminster Manastırına gömüldü. İki yıl sonra Don Gregor öldü, şafak vakti alelacele Brno Mezarlığı’na gömüldü. Hiç kimse o soğuk ocak sabahında, bu mütevazı başrahibin çalışmalarının Darwinci teorilerini fırlatıp attığını tahmin edemezdi.
Mendel şiirde Rimbaud, kurguda Svevo, resimde Van Gogh ile aynı kadere sahipti.
Mendel’in keşfi diğer tüm büyük keşifler gibi çok basitti. Uzun saplı bir bezelye dikti ve onları cüce saplı bezelye poleni ile gübreledi ve sonra neler olup bittiğini seyretti. Cüce bir ebeveynleri yokmuş gibi tüm bezelyelerin boyu upuzun olmuştu. Yine de eğer kendi aralarında birleşirlerse üç uzun bitkiden bir tanesi cüce doğuyordu. İlk nesilde unutulmuş gibi duran lilliput büyükbabasının sesi, ikinci nesilde üçte bir olmak üzere ortaya çıkıyordu.
Don Gregor köylü bir ailenin oğluydu ve matematikçiydi. Her türde ve çok sayıda melez bezelye üzerinde çalıştı ve belirli standartlara uyan çeşitli istatistikler çıkardı. Bu atalar korosunun kaotik bir kargaşa olmadığını ve bu sesler arasında bile insan zihninin bir düzen, dolayısıyla bir yasa bulabildiğini tüm dünyada gösteren ilk kişi oldu. Bu şaşırtıcı bir keşifti ve kimse fark etmedi.
Kalemlerini öfkeyle atan Rimbaud ve Svevo gibi Don Gregor da böyle bir öfkeye kapılmış ki, yemekhanede bile olsa daha fazla bezelye görmek istemiyordu, hayatının son on dört yılını sadece iyi bir başrahip olmaya adamıştı. Yine de öldüğü anda gölgesi ona huzur vermedi. İmparator Maximilian gibi fizyonomik özellikleri ya da değirmenci Bach gibi müziksel becerileri aktaracağı çocuğu yoktu. Don Gregor’un gölgesi bilimseldi ve on beş yıl boyunca bilimin kapılarını çalmaya devam etti.
Biyolojik, sanatsal ya da bilimsel anılara yol açan gölge fikri gülünç görünebilir. Yine de motive edici bir anı olmadan, 1900 yılında üç farklı ülkeden üç botanikçinin farklı dillerde Don Gregor’un tozlu yayınlarını bulmaları, onları okuyup heyecanlanmaları ve biri diğerinin farkında olmadan eş zamanlı olarak tüm dünyaya kimse önemini anlayamadan bir âlimin yaşayıp öldüğünü ilan etmelerini açıklamak zor olurdu.
Böylece 1900’de baskın veya resesif özelliklere dayanan Mendel genetiği adını alan yeni bir bilim doğdu. Belki de bu bilim yarım yüzyıl sonra daimi simyagere bir test tüpünün içinde yaşam üretmesi için fırsat veren moleküler genetiği ortaya çıkaracaktı.
Hikâye herkes için iyi bitiyordu. Sanki Don Gregor kendi hayatında elde edemediği onuru ölümünden sonraki arkadaşlarına dağıtıyormuş gibi Mendel’in üç kâşifi şan ve şöhret ile ödüllendirildi. Tek kurban Charles Darwin’di.
O zamanlarda Avrupa hâlâ Tanrı üzerine ateşli şekilde tartışacak kapasitedeydi. İncil’deki öfkeli ve kibirli yaratıcı Yehova’ya, şapellerin ve kiliselerin ticaretine ve gücüne, sermayenin ayrıcalıklarına ve çalışmak hususundaki baskıya, Viktorya ahlakına, aşktan başlayarak derin insani gerçeklerin deforme edilişine tahammül edemeyenler Darwinci bayrak altında toplanmışlardı. Hepsi dünyayı açıklamak için cennete gerek olmadığını göstererek Darwinizimin onları kurtuluşa götüreceğine inanıyordu. Dediler ki: “Dünya kendi kendini açıklar. Dünya üzerinde yaşam, mekanik mukavemet, kişisel olmayan ve ateist bir güç vardır. Dünya yalnızca doğal çevre tarafından modellenmiş hâlde otomatik olarak protoplazmadan insana yönelmiştir.”
Ancak don Gregor’un keşfi tam tersini kanıtlıyordu.
Doğal çevre modellenmez, doğuştan olmayıp sonradan edinilen özellikler transfer edilemez, binlerce yıl köpeklerin kulakları kesilse de kulakları olmayan bir köpek doğması imkânsızdır. Lamarck nesiller boyu zavallı tavukları suya beyhude atıp durdu. Ayakları perdeli olmadı. Herkese atalarından kalma valizlerini veren baskın ve çekinik miraslar vardır. En güçlü bireylerin seçimi türlerin değişmesine neden olmaz, onları korur.
Nadir görülen ani değişiklikler çevresel etkilerden değil kromozomal bir değişiklikten kaynaklanmaktadır.
Hayat bize ne kör ne de mekanik gelir, hayat yaratma gücü ve planlarla doludur. Amaçlar tarafından öne atıldığı kadar sebeplerle arkadan itilmez. Bu nedenle geleceği tanır. Bu nedenle de bir kadının rahmine bir hücre yerleştirip bir insanı oradan dışarı çıkarabilir.
Ana rahminde uyuduğumuz iki yüz seksen gün boyunca, uykumuzun etrafında baskın ve çekingen mirasları ile yalnızca atalarımız bulunmaz. Arkalarında insani olmayan başka çığlıklar da seçilir.
Biz yalnızca şimdiki zamanın ve geçmişin insanları ile ilgili değiliz, aynı zamanda tüm canlı varlıklarla da bir bağımız var. Kimse yalnız doğmaz. Maymunlarla ortak olarak ellere ve gözyaşlarına sahibiz, diğer memeliler ile ortak olarak dudaklarımız var ve ilk hatıra olarak anne kıçına sahibiz, omurgalılar ile ortak bir kalp atımımız vardır; tüm hayvanlarla birlikte ortak korku, sevgi, yorgunluk ve acı çekeriz.
Genellikle içimizde bizi bitkilerle benzeştiren, uykulu bir bitkisel yaşam ortaya çıkar, bu yaşam bitkilerle bizi eşit derecede hücresel bir yapı, benzer bir protoplazma ile birbirimize bağlar, ağaçlarda beyaz ve sessiz hâlde, karanlık köklerden güneşte titreyen yapraklara kadar kesintisiz yükselen sıvı bizde kırmızı ve sıcak bir hâlde tüm bedeni dolaşır. İçimizde, kemiklerde biriken mineral mirası bile vardır: kalsiyum, tuzlar, çimento. Dilsiz ve ağır iskeletimiz taşı andırır.
İnsan evrensel bir vâristir. Bir kadının rahmine düşen her canlı her defasında dünya macerasına sıfırdan başlamak zorundadır.
BAŞKALAŞIM
İçeride ve dışarıda, bizler mütemadiyen değişim geçiririz. Ruhumuzun kararsız bir doğası vardır: Duygular yanardönerdir, birbirlerini kovalarlar ve bizi şaşkınlıktan neşeye, öfkeden yalnızlığa, aşktan sıkıntıya