Burcu Ün, 1991 yılında İstanbul’da doğdu. 2013 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. İtalya Perugia Yabancı Diller Üniversitesinde kısa süreli dil eğitimi gördü. İtalyan Kültür Merkezinin İtalyanca öykü yarışmasında birinci oldu. 2013 yılından beri İtalyan Ticaret ve Sanayi Odasında çalışmaktadır. 2015 yılında Nicolai Lilin isimli yazarın Serbest Düşüş isimli kitabını çevirdi.
KARŞILAŞMA
Hayatımızın tam olarak ne zaman başladığını bilmiyoruz, yalnızca hayatta olduğumuzu biliyoruz. Bize yalnızca doğum tarihimizi söylediler ve o zamandan beri bunu tekrarlayıp duruyoruz, ancak o güne dair hatırladığımız hiçbir şey yok, sanki o gün hiç var olmamış gibi.
Düşüncelerimizi mazinin pusundan arındırsak dahi, asla varoluşumuzun başlangıcına ulaşamayız: En fazla soluk, belirsiz, hayal meyal hatırlanan birkaç görüntünün sızdığı çocukluğumuza varırız. İlk hatıra (iki ya da üç yaşlarındayken) unutulmuşluğun siyahlığı içine sıçrayan bir renge benzer. Şayet çocukluk fotoğraflarımızın (bugün olduğumuzdan tamamen başka biri gibi göründüğümüz) tanıklığı olmasaydı, böyle bir anının varlığı bize imkânsız gelebilirdi. Ancak fotoğraflara bakınca o muhteşem geçmişimizin varlığına ikna oluruz ve işte o zaman geçmişte olduğumuz ve artık asla olamayacağımız o çocuk için nostaljik bir acı hissederiz.
Oysaki varlığımız o anıyla da o eski fotoğrafla da başlamadı. Varlığımız tekrarlayıp durduğumuz doğum tarihimizle bile başlamadı: Onun öncesinde de zaten vardık, rahimdeydik, ebeveynlerimiz kucaklaştığından bu yana hayattayız. Tüm insan hayatı bir kucaklama ve bir sevinç dalgası ile başlar. Maceramız rahimin karanlığında ve sıcaklığında, üreme hücreleri ve diğer hücrelerin gizeminde, sonsuz, küçük ve gizli bir alanda başladı. Varlığımızın şafağında, bizler henüz mikroskobiktik.
Varoluşumuz; uzun bir yolculuk sonrası nihayet aradığı dişi hücre ile karşılaşan erkek üreme hücresi ile başladı. Hücre kendisinden yüz kat daha büyük olan dişi hücreye tamamen yok olana dek nüfuz etti. Bu üreme hücresi külfetli bir sınavın kahramanıydı, kaybeden iki milyon yoldaşı arasında hayatta kalabilen tek oydu. Hayatta olan her birimiz, bir galibin çocuklarıyız.
Benzerlikler… Güneşli bir sabah, kraliçe arı çiftleşme uçuşuna başlamak için başını kovandan dışarı çıkarır: On binlerce erkek arı etrafındaki tüm kovanlardan itila ederek, gökyüzünde yükseğe ve daha da yükseğe tırmanarak, yakalanamaz bu melikenin arkasında, uçmaktan ve yüksekliklerden sarhoş olmuş hâlde onu kovalar. Zayıflar, hastalar ve yaşlılar pes eder, dikkatsizler vazgeçer, talihsizler, obur bir kuşun kurbanları yollarını kaybederler. On bin erkek arıyken, sayı bine düşer, sonra yüze, sonra ona: dişi arı acımasızca yükselir. Sonunda yalnızca biri ona yaklaşır, her ikisi güneşin parlattığı havanın kusursuz sessizliği içinde ve kuşların kanat çırpışları eşliğinde bulutların ötesine uçar. Son kanat çırpışı ile galip erkek arı kraliçeye ulaşır ve dar bir yükselişte onu döller. Ancak birden elektrik çarpmışa döner, artık galip değildir, on binlercesi arasında birinci değildir, bir kahraman da değildir. Aşkı onu meşk ederken öldürmüş; cılız, aciz, kuru ve artık işe yaramaz bedeni rüzgâra av olmuştur.
Peki iki yüz milyonluk bir nüfus ile kıyaslandığında on binlik arı sürüsü nedir ki?
İki yüz milyon erkek üreme hücresi, rahimin sıcak karanlığında benzersiz, muazzam, mehveş, küre biçiminde, şeffaf, yüksek ve ırak dişi hücreye ulaşmak için göçlerine başlıyor. Bunlar aynı dürtü ile bitiş çizgisine doğru koşan canlı, çevik ve hızlı iki yüz milyon varlıktır. Tümü kaybeder, yalnızca biri hayatta kalır.
Bize hayat veren erkek üreme hücresi o kadar küçüktür ki insan vücudunda ondan daha küçük bir element yoktur. Yine de o küçük element erkek arının gökyüzüne daha da yükselmesine ve somon balıklarının dağların eteklerine varabilmek için okyanus sularını terk etmesine sebep olan aynı dürtü ile hayat bulur.
Benzerlikler… Bir kış günü, şimdiye kadar Atlantik’in derinliklerinde yaşamış olan somonlar gizemli bir heyecana kapılırlar. Varlıklarını sürdürmeleri için gerekli olarak karidesleri karınlarına tıka basa doldurduktan sonra bir tiksinti yaşarlar. O kadar tiksinirler ki aylarca ve aylarca hiçbir şey yiyemezler. Binlerce dişi ve erkek balık sanki müşterek bir çağrı almışlar gibi göç etmeye başlar. Denizin derinliklerindeki huzuru bırakarak dalgalar tarafından savrula savrula yüzeye doğru çıkarlar ve büyük nehirlerin ağzına doğru yönelirler. Bizim için stratosfer katmanı neyse, onlar için de tatlı su odur. Tatlı suda nefes alamazlar. Yine de somonlar derinlere inerler. Pek çoğu boğularak ölür. Diğerleri, açıklanamayan bir spazm ile kanlarının yapısını dönüştürmeyi ve solunum ritimlerini değiştirmeyi başarırlar: Denizciyken, nehirci olmuşlardır. Böylece okyanusu arkalarında bırakırlar ve akıntıya karşı yükselmeye başlarlar. Bu yeni sularda sayısız güçlük onların sonunu getirir: Beklenmedik sürüler, beklenmedik seller, kirlilik, savak kapıları, yırtıcı turna balıkları, kurnaz su samurları, obur kuşlar, deniz kabukluları, solucanlar, bakteriler, su yosunları, virüsler. Somonların sayısı binlere düşer, bunlar kesif bir düşmanlığa galip gelmiş olanlardır. Çok azı nehirden göle ulaşmayı, onları geçebilmeyi, akarsuları aşabilmeyi başarır, daha da azı Atlantik’ten ayırıp dağların eteklerine onları ulaştıran yüzlerce mili katedebilir. Galipler nihayet yumurtalarını kaynak sularına bırakır, onları döllerler.
İki yüz milyon üreme hücresi de işte bu aynı ivme ile göçlerine başlar, üstelik bu yolculukta akıma karşı ve neredeyse dikey olarak rotaya doğru tırmanırlar. Pek çoğu mukoza zarının titreşen silyum organelleri tarafından durdurulur, birçoğu akıntılar tarafından boğulur ve pek çoğu da pusuya yatmış lökositler tarafından yutulur. Ancak diğerleri kuyruklarının yorulmaz titreşimi ile yollarına devam ederler.
Onların kısa ömürlü yaşamı için çok değerli olan zaman akar. Bazılarında canlılık gitgide azalır ve sonunda yok olur. İnatçı olan pek azı ilerlemeye devam eder. Yolculuğa başlayan iki yüz milyondan yalnızca bin tanesi bitiş çizgisine yaklaşabilir. Onlar en iyileri ya da en şanslılarıdır. Onlardan yalnızca birini büyük ödül bekler.
İşte nihayet gizemli bir çağrı ile tümünü davet eden, pek çoğunun yol boyunca kendini feda ettiği, arzu edilen yüzünü gösterir. İşte biricik, soylu; işte muazzam, küre şeklinde, ay gibi kristal dişi hücre.
Bir döngü sonucu meydana gelen dişi hücre yavaş yavaş galiplere doğru yol alır. Binlercesi titreyerek onun etrafına üşüşmeye başlar.
Biri direkt ve tek başına ilerliyor: Kahramanımız o mu yoksa? Tüm insanlık tarihi pim şeklindeki kafasının içinde saklıdır. Yakın ve uzak mirasları da beraberinde getirir. Kendisi ile birlikte baba tarafının burun hatlarını, dedelerinin azmini de getirir, soyunun devamlılığını sağlar ve bağlı olduğu soyun derisini de taşır. Yüzyıllar ve binlerce yılın tarihine sahiptir. O geçmişe ait ancak yepyeni bir şekil çizmek için şimdiki zamana baskı kuran bir geçmiştir. Şimdi burada sonsuz bir boşluk içinde ilerler: Şu an ölümsüzdür.
Kolayca bozulup çürüyebilen bedenimizde ölümsüz bir element taşırız. Beden ölüme mahkûm çok sayıda hücreden oluşur, yalnızca bir hücre kendini kurtarır. Düşünme mucizesine katılan gri beyin maddeleri, duygularla boğuşan kalp hücrelerimiz, itaatkâr kas liflerimiz ölür. Tümü ölebilir, yalnızca bir tanesi hayatta kalır: üreme hücresi. Bu değişmez kuraldır ve Âdem’den sonra her baba eşit şekilde onu alır ve iletir. Üreme hücresi asla ölmez; nesilden nesile özdeş olarak geçer. Bu uzun ömrünün bedeli de babaların teri ve annelerin acısı ile ödenir.
İki