O yıllar, siyasal ve toplumsal anlamda bir durgunluk dönemi gibidir. Toplumsal dinamikleri harekete geçirecek bütün enstrümanlar kısıt altında olduğundan, özellikle kent merkezlerindeki toplumsal yaşamda gözlenen kıpırdanmaların hemen tümü devletin ya da partinin öncülüğünde gerçekleşmiştir. Söz gelimi, nisan ayında Bayan İnönü’nün daveti üzerine İstanbul’daki CHF merkezinde yapılan toplantıyla Hayırsevenler Cemiyeti kurulmuş, İstanbul Valisi ve Belediye Reisi Lütfi Kırdar, Hayvanları Koruma Cemiyetini ziyaret ederek hayvanlar için yapılan hastaneyi gezmiş ve takip edilen usulleri tetkik etmiştir. 27 Ocak’ta Sağır ve Dilsizler Cemiyeti Kongresi, 24 Şubat’ta da Çiçekçiler ve Manifaturacılar Cemiyeti Kongresi düzenlenmiştir. Toplumsal cansızlığın Halkevleri aracılığı ile aşılması yönünde çabalar olsa da yaygın kitlelerin bu çabalardan haberi bile olmamıştır.
40’lı yıllardan bugünleri aydınlatan en önemli çabalar ise köy enstitülerinin yaygınlaşması ve dünya klasiklerinin Türkçeye çevrilmesi oldu. Anadolu’daki öğretmen ihtiyacını karşılamak, kırsal gelişim ve değişime öncülük etmek üzere 1940 yılında kurulan köy enstitülerinin sayısı 1941 yılında hızla çoğalıp yirmiye ulaştı.”
O dönemin yarattığı olumsuzlukların nedenini halk elbette anlayamıyordu. Otoriter anlayış bütün dünyada geçerli olduğundan, halkın hissiyatıyla da pek ilgilenilmiyordu ama günlük ihtiyaçların da bir şekilde karşılanması gerekiyordu.”
Şevket Süreyya Aydemir, aynı eserinde, 1940’lı yıllara ilişkin daha farklı bilgiler de veriyor:
“Dr. Refik Saydam’ın, 13 Temmuz 1942 yılında İstanbul’da ölümünden sonra yeni kabinede yer alan Ticaret Vekili Dr. Behçet Uz’un çok saf inanç ve telkinleriyle bu kabine, ziraat ve ticarette hemen hemen bütün kontrol ve tevzi kayıtlarını kaldırmıştı. Ziraat ve ticaret madrabazlarına, vatanın namuslu insanları gibi hitap ederek onları hükûmetin yardımına çağırmıştı. Halbuki alınan netice şuydu ki bütün piyasa ve mal hareketleri; ellerinden gelse teneffüs edilen havayı da millete ihtikâr maddesi yapacak kadar soysuzlaşmış bu insanların elinde allak bullak olmuştu. Fiyatlar birden şahlandı. Hâlbuki yeni ticaret vekili bu görevi alışından birkaç gün sonra, fiyatların mesut bir hadise ve güya hamiyetli çiftlik ağalarımızla namuslu tüccar vatandaşlar sayesinde yükselmeye değil, inmeye başladığını müjdeliyordu ama o bu nutkunu verirken resmî fiyatı 13,5 kuruş olan buğdayın serbest fiyatı, 30, 40, 50, 70 hatta 100 kuruşa doğru sıçrıyordu. Bu insafsızlık karşısında ne yapacağını şaşıran Başvekil Saraçoğlu 11 Kasım 1942 günkü nutkunda, milletvekillerine karşı ellerini çaresizlikle açarak, küçük, orta ve büyük şehirlerde devlet memurları ile düşük ve sabit gelirli 1 milyon 100 bin insanın devletin iaşe yardımına muhtaç olduğunu ilan ediyor, çaresizlikten yakınıyordu.” (Şevket Süreyya Aydemir, “İkinci Adam”, 2. cilt, s. 344)
Sabahleyin erken kalkarak, gecenin gündüz olmak için geçirdiği değişime şahit olmayanlar, yeryüzünde hiçbir şey görmemişlerdir.
Çıranın İsinden Gözlerim Görmez Oldu
Henüz dokuz yaşındayken köyümden çıkmıştım ve aynı kaderi paylaştığım pek çok çocuk vardı. Benim gördüklerim, görmediklerimin yanında denizde damla sayılırdı. Dönemin şartları dikkate alındığında durumum hiç de yadırgatıcı değildi. Sonuçta geçtiğim süreç bir istikbal arayışıydı ama barındığım ve ders çalıştığım ortam hiç iç açıcı değildi. Üstelik benim oraya gittiğim yıllar, Türkiye’nin en kasvetli yıllarıydı.
Karaların evindeyken, içeride çocuklarla yatmaktan huzursuz olunca kendim için kapının ağzına bir seki yaptırmıştım. Havalar ısındığında çoklukla orada yatmaya başlamıştım. Çoğu kez karlı günlerde de orada yatıyordum. Bazı günler, damdan düşen karlardan yatağın üzeri ak pak oluyordu. Soğuğa alıştığımızdan mıdır, çaresizlikten midir nedir, üşümezdim. Kibritle çıramı yakar, sabah gün ışımadan ezber yapardım. O yüzden gözlerim, yüzüm hep is olurdu. Arada yüzümü gözümü silip, yıkayıp yine ezber yapmaya devam ederdim. Bu nedenle çalışırken gözlerim yanıyordu. Bir zaman geldi, gözlerim iyi görmediği için ders yapamaz oldum. Babama, “Gözlerim görmüyor, ne yapacaksa yapsın, beni buradan götürsün.” diye haber gönderdim çünkü ders yapamıyordum. Dersimi öğrenemeyince de hoca beni dövüyordu. Hocaya, “Gözlerim görmediği için ders yapamıyorum.” diyemiyordum.
Gönderdiğim haber üzerine babam, annemle birlikte bir gün çıkıp geldi. O vakitler etrafta benzer sorunlar yaşayan insanlar olduğunda, halk kültüründe bilinen bir tedavi yöntemi vardı. Bu nedenle babam gelirken yanında ciğer de getirmişti. Gelir gelmez telaşlı telaşlı gözlerime baktı, sonra yanındaki ciğeri bir tavaya doğradıktan sonra yanan ocakta kavurmaya başladı. Yüzümü de kavrulan ciğerin buharına tuttu. İki üç saat kadar o şekilde durdum. Bir süre sonra yüzümde terleme olurken, gözlerimden de yaşlar damlamaya başladı. Ertesi gün gözlerim ışıl ışıl oldu.
Her şeyin anahtarı sabırdır. Civcivi, yumurtaları kuluçkaya yatırarak elde edersiniz, kırarak değil.
Denetimi Jandarma Yapıyordu
Kur’an-ı Kerim’i güzel okumak için tecvit bilmek gerekir. Tecvit bilmeden de Kur’an okuyabilirsiniz ama ahenkli bir okuma için tecvit bilmek şarttır. Biz Kur’an dışında tecvit de öğrendik. Gerçi Arapça da okuyacaktık ama o dönem devlet izin vermiyordu. Bazen şikayet üzerine, bazen de şikayetsiz olarak jandarma denetime geliyordu. Şimdi kimsenin beğenmediği posta memurları, o zamanlar birer Azrail idi. Tahsildarlar da keza. Tahsildar gelir, hocanın sakalından tutup hesap sorardı. “Ne öğretiyorsun sen bu bebelere!” derdi. Halk da bu türden muamelede bulunanlara, “Ekinleri çürüttünüz, bize vermediniz, şimdi de bebeyi beliği geri koyuyorsunuz!” diye tepki gösterirdi. Böyle tepki verenleri götürürlerdi karakola, bir ton sopa atarlardı.
Halk jandarmayla gelen sivil memurlara kızardı. “Bu çocukları körlüyorsunuz. İyi kötü bu çocukların hepsi Kur’an okuyacak, vaiz olacak, müftü olacak.” dendiği zaman, hadi bakalım doğru karakolun yolu gözükürdü. Hoca, halk gibi tepki vermezdi. Genellikle köyün içindeki insanlar böyle tepki verirdi. Hatta benim Kalfat’a gittiğim sene bir jandarma geldi. Ben de Sübhaneke’den başlamış, sureleri yeni yeni öğreniyordum. Jandarma elimizdeki kitapları aldı, ayağının altında çiğnedi. Biz bir şey yapmadık. Korku dolu gözlerle Jandarmayı izledik. Jandarma giderken hocaya döndü, “Hoca Efendi bu çocukların elinde bu cüzü bir daha görmeyeceğim.” diye uyardı. Hoca da “Tamam tamam.” dedi. O olaydan sonra kapıya bir nöbetçi dikilmeye başlandı. Nöbetçi, jandarma geliyor dediğinde kitapları saklıyorduk.
Devlet, Arap harflerinin öğretimini yasaklamıştı ama biz bunu o vakit öyle düşünmüyorduk. Devlet, Kur’an öğrenilmesini yasakladı diye biliyorduk. Bir taraftan Kur’an öğretmeyin deniyordu, diğer taraftan her yer kitap satanlarla doluydu. Bir taraftan öğretmeyin deniyordu ama Diyanet kitap çıkartıyordu. O zamanın vaizi, müftüsü vardı.
Kalfat’ta Kur’an’ı okuyup ezberlemenin yanında, kaideli ve güzel okumayı da öğrenmiştik. Nihayetinde imamlık yapacağımız için hitabet dersi de almıştık.
Şimdi Kur’an kursları öğrenci bulamazken, o zaman odalar hafızlarla dolup taşıyordu. İlkokula giden talebeden çok, hafızlık yapan talebe vardı. Kâzım Hoca’nın yetmiş seksen talebesi vardı. Yetmiş seksen tane de Hafız