Tabii -çok leblebi yapılmasından ötürü- köye “Ereğez” adını verdirten orman ağaçları da büyük ölçüde yok oldu. Leblebiyi kavurmak için o kadar çok ağaç kesildi ki köyün çevresinde çam ağacı bırakılmadı. Eğer marangozluk mesleği bilinseydi, üç kuruşluk kazanç için tonlarca çam yakılmazdı. Üstelik ağaç kesimi de kaçak yapılırdı. Denetimi muhtar yaptığı için ona yakalanmamaya çalışılırdı. Muhtar yakaladığının baltasını, kazmasını alırdı. Baltasını kaptıran birkaç kuruş vererek geri alırdı.
Leblebicilik işi zamanla biçim değiştirdi. Özellikle 1950’li yıllarda yerini çulculuk diye de tabir edilen çerçilik aldı. O zaman köydeki öğretmen ayda yüz elli lira maaş alırken onlar bir seferde yüz elli lira kazanabiliyorlardı. Hatta bu yüzden köy öğretmeninin maaşını azımsıyorlardı. Paranın ne olduğunu bilmedikleri için, ellerine geçen üç kuruşu para zannediyor ve iyi kazandıklarını düşünüyorlardı. Oysa esas parayı kazanan, onların mal aldıkları Ankara Samanpazarı’ndaki toptancılardı. Üstelik kazandıkları paranın hayrı da yoktu. Senede iki sefer çula gidiyor, onunla bir sene idare ediyorlardı. Kazandıkları, bakkala, pazara ancak yetiyordu.
Leblebi satanlar ve sonradan işi eskiciliğe dönüştürenler, esasında Çankırı tarafına pek gitmezlerdi. Çankırı, nüfus olarak küçük olduğu kadar, iktisaden de fakir bir vilayetti. Ticaretin canlı olmadığı Çankırı’ya gitmek yerine, genellikle Ankara tarafına gidilirdi. Tabii onların gidip geldikleri yıllarda yol olmadığı için katırcılar Şabanözü ile Çubuk arasındaki özleri güzergâh olarak kullanırlardı. Yol şartları öyle elverişsizdi ki çetin kış günlerinde Han Deresi gibi çetrefilli bir mevkide insan ölse, cesedi getirilemezdi. Hatta köyümüzden, Yüstan diye biri bu şekilde orada kalmış, mezarı yolun kenarına yapılmıştı.
Ankara’dan Çankırı’ya gitmek, günümüzde olduğu gibi kolay değildi. Yola çıkan leblebiciler, yollarda ecel terleri döküyorlardı. Çankırı’ya giderken, Kalecik’e varmadan önceki Teke Beli eşkıya yatağıydı. Eşekle, katırla yola çıkan insanların, Teke Beli’ni geçene kadar canları çıkıyordu.
1916
“Fransız Tarihçi Larcher’nin Türkler açısından beş safha içinde ele aldığı Birinci Dünya Harbi’nin üçüncü safhası Ocak 1916’dan Ekim 1916’ya kadarki zamanı içine almakta ve ‘Türk kuvvetlerinin en yüksek sayıda varışı ve sonra azalarak, zamanla kayboluşu.’ şeklinde ifade edilmektedir.
1916 bizim için hem yayılma hem yıpranma yılıdır. Gerçi Çanakkale Cephesi tasfiye edilmiştir. Doğu Cephesi’nde bir hatta tutunulmuştur ama Irak’ta, Suriye’de çekilmeler başlamıştır. Hicaz’da Emir Hüseyin isyan etmiştir. Genelkurmay, iç cepheleri takviye edecek yerde, dış cephelere asker yetiştirmektedir. Makedonya’ya, Romanya’ya, Galiçya’ya, hatta Tirol Alpleri’ne Türk birlikleri gönderilmektedir. Ekonomik çöküntü ise hızla ilerlemektedir. Sanayi mamullerinin harp öncesi ithal edilmiş olan stokları tükenmiştir. Memlekette yerli sanayi yoktur. İaşe buhranı ve ihtikâr başlamıştır. Harbin hayırlı bir neticesi; Bitlis, Muş, Erzincan’ın cenubunda ve Trabzon’un garbındadır. Süveyş cephesinde El Ariş tahliye edilmiş ve Filistin muharebeleri başlamıştır. O sıralarda Irak’ta garip bir karar alınmıştır. İttihatçıların güvenilir subaylarından Süleyman Askeri isminde bir binbaşı yarbaylığa yükseltilerek 38. Basra Tümeni kumandanlığına, Basra valiliğine ve Irak havalisi kumandanlığına tayin olunmuştur. Süleyman Askeri, İngilizleri Basra’dan ‘süpürge sopasıyla’ kovacağını ilan etmektedir.
Irak’la ne tren ne yol bağlantımız vardı. Fırat, Dicle üzerindeki şatlar, keleklerle, şişirilmiş tulumlara bağlanmış, frensiz, dümensiz sallarla yapılan ulaştırma, Sümerler ve Asurlular zamanından daha da bozuktu. Nitekim Abdülhamit’in ilk yıllarında Büyük Mithat Paşa Bağdat’a vali olduğu zaman, ilk iş olarak bu nehirlerde ulaştırma meselesini ele almıştı.
Hülasa, her türlü sanayiden, tesisten, ulaştırma, askerlik, sağlık organizasyonundan yoksun, iptidai, harap, hatta boş, beş yüz bin kilometrekare bir ülke! Ayrıca kuzeydoğuda, Kerkük, Süleymaniye bölgesindeki Türkmen asıllı bir azınlıktan gayrı halkı da Türk değildi.
Fakat Süleyman Askeri, asker veya kumandan olmaktan ziyade İttihatçı bir politikacı idi. Kendine göre, garip, pratikte değersiz fikirleri olan bir zattı. Irak’ta, Basra’dan ilerleyen İngilizlere karşı hareket edecek yerde, İran’da akınlar tertip ediyordu.
Ama macera akınları hiçbir şeyi halletmeyeceği için, neticede İngiliz kuvvetleriyle çatışma başlayınca bozgunlarla karşılaşmış ve en doğru kararı alarak intihar etmiştir. Ondan sonra İngilizlerin Bağdat’a doğru ilerleme hareketleri başladı. 1916 yılı bu hareketlerin de en önemli safhalarını içine alır.” (Şevket Süreyya Aydemir, “Tek Adam”, 3. baskı, 1. cilt, s. 296)
Aynı gökte uçarlar ama kuzgunun dünyası başka, şahinin dünyası başkadır.
Babam, Bir Hengâmeye Doğan Nesildendi
Atatürk, Ulus’ta, bugünkü hipodromda onuncu yıl nutkunu okurken ben de kendi serüvenimi yaşamak üzere dünyaya gözlerimi açmışım. İçinde ahır ve samanlığı da olan, geniş bir avlu içinde, iki gözlü bir evde dünyaya gelmişim. Belki de Türkiye Cumhuriyeti’nin 15 milyonuncu üyesiydim. Dünyaya geldiğim ev, köye hâkim bir tepenin yamacına kurulu mezarlığın başındaydı.
Babam, 1306 doğumluydu. Miladi takvimle 1890’a denk geliyordu. Onlar kavganın ve kargaşanın içine doğmuş bir nesildi. Dünyanın telaşı onların başındaydı. Memleket öyle bir girdabın içindeydi ki kimse kendi istikbalini düşünecek hâlde değildi.
On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan
Baba ocağından, yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben
Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirinde geçen dize, sanki babamgilin nesli için yazılmıştı.
Anadolu’da gurbete çıkma yaşı askerlikle başlardı. Babamın gurbetle tanışması da askerlikle birlikte olmuş. Askere gittiğinde kendinden bir yaş küçük olan annemle evliymiş. Daha terhis olmadan Balkan Savaşı çıkmış. Ardından Birinci Dünya Savaşı başlamış. On sekiz yaşında askere giden babam, otuz bir yaşında ancak evinin yolunu bulabilmiş. Bu 13 yıllık ayrılığın dört yılı esarette geçmiş.
Babam öyle konuşkan biri değildi. Biraz da asabiydi. Eskilerin, çocuklarıyla sohbet etme âdeti yoktu. Buyurgan bir dilleri vardı. Bu yüzden askerde yaşadıklarına ilişkin bildiklerimiz sınırlıydı. Gerçi aklımız da ermezdi. Irak nere, Rusya nere, “cihan” ne ki? Cihan Harbi olunca ne olur? Bunlar, çocuk hâlimizle algı sınırlarımızı aşıyordu.
Babam esaret yıllarını Rusya’da geçirmiş. 1915 yılında Doğu Cephesi’nde Ruslara esir düşen babam, dört yıl boyunca bu ülkede esir kalmış. Götürüldükleri yerlerde çiftliklere dağıtılmışlar. Onu da çalışmak üzere bir çiftliğe vermişler. Orada çiftçi olarak çalışan babam, Rusçayı da öğrenmiş. Hatta evlenmiş