Dolayısıyla yapılan devrimlerin iktisadi anlamda sınıfsal bir etkisi söz konusu değildi. Dahası bizdeki devrim daha çok eğitim ve kültür alanında olduğu için devrimden etkilenen insanlar ziyadesiyle medrese mensuplarıydı çünkü eğitimin birleştirilmesiyle işsiz kalan kişiler onlar olmuşlardı. Kılık kıyafet devrimi de bunun tuzu biberi olmuştu.
Medrese mensuplarının toplumsal bir statüleri ve buna bağlı olarak saygınlıkları vardı. Toplumsal statülerinin sembolü de başlarına sardıkları sarıkları, sırtlarına geçirdikleri abalarıydı. Üstelik geçimlerini yaptıkları işten temin ediyorlardı. Dolayısıyla devrim, doğrudan onların geçimliklerini hedef almış görünüyordu. Devletin tercihleri ile toplumun ihtiyaçları paralel değildi. Her ne kadar bu kişiler işlevsiz bırakılsalar da toplum kanaat önderi olarak onları görüyordu. Zamanla onların yerine öğretmenler ikame edilmeye çalışılsa da etkileri uzun yıllar sürdü. Pek çok insanın zihin mozaiğinin boncuklarını onlar döşedi.
Hasan Hoca’dan evvel, yukarı mahallede Ömer Hoca vardı. Mısır’da tahsil görüp gelmiş büyük bir âlimdi. Bir de Zalif Hoca ile Şaban Hoca vardı. Bunlardan önce, köyde Emine Hoca diye bir de kadın hoca varmış, büyük bir âlimmiş. Bu insanların hepsi birer emsaldi. Bunlar köyün en yaşlıları idi. Köy odasında toplanırlardı. Bayram günlerinde köydeki diğer odalara gidenler önce onların bulundukları odada toplanırlardı. Mahalledeki her evden sinilerle odaya yemekler gelirdi. Odanın önü yemekle kakılıydı. Orada yenilir içilir ondan sonra sırayla, oda oda gezilirdi.
1940’lı yıllarda ciddi bir devlet otoritesi vardı. Benim hayatımda belirleyici bir etkisi olan Hasan Hoca, devlet otoritesinin hissedilmediği köyümüzde sarık ile gezerdi. Köyümüzün bağlı olduğu Şabanözü’nde alışveriş pazarı haftanın ilk günleri kurulurdu. Hasan Hoca, pazara gittiğinde köydeki sarığını pek takamazdı. O yüzden kayınpederimin pırtı sattığı yaygıdan bir şapka alır ve öyle gezerdi. Açıktan, aleni bir şekilde devletin aleyhine konuşamazdı ama köydeki sohbetlerde ve camide verdiği vaazlarda değişen yaşam anlayışına derin eleştiriler yöneltirdi.
O yıllar, aynı zamanda kıtlık zamanıydı. İnsanlar burnundan soluyordu. Bu yüzden öfkelerini yöneltecek bir sorumlu arıyorlardı. Esasında kıtlığın nedeni sadece üretim noksanlığı ya da tarlanın verimsizliği değildi. Aynı zamanda nakliye yasağıydı. Diyelim Kırşehir’de ekin var ve senin de o ekinin varlığından haberin var. O ekini Kırşehir’in dışına götürmek istediğinde götüremiyordun. Devlet öyle bir yasak getirmişti. Bir de adı değiştirilerek yeniden getirilen aşar vergisi söz konusuydu. Sen istediğin zaman harmanını savuramıyordun. Önce, “Milleti kendi malının hırsızı yaptılar!” diye tarif edilen aşarcılar gelirdi ve savrulacak ekini tespit edip üzerine işaret koyarlardı. Ardından savrulan ekini görürler ve içinden alacaklarını alırlardı. Aşarcılara vergi vermek istemeyenler ekinini geceleri kaçak maçak savurmaya çalışırlardı.
Kıtlığın olduğu senelerde altının gramı bir iki lira iken, ekinin hakı (yaklaşık 9 kg.) on liraya kadar çıkmıştı. Ekin o kadar pahalı olmasına rağmen insanlar “sen alacaksın, ben alacağım” diye dövüşürlerdi. Paran olsa bile ekin azdı. Bu nedenle de pahalıydı. Gayet iyi hatırlıyorum, mandalar dışkıladığı zaman insanlar o dışkıyı toplayıp yıkar ve içinden tanelerini ayırarak yiyecek yaparlardı. Kurtuluş Savaşı’nın çetin şartlarına vurgu yapmak amacıyla anlatılan o kıtlık hadiseleri esasında İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanmıştı.
Türkiye öyle sıkıntılı bir dönemi bugüne kadar hiç yaşamadı. Bu yüzdendir ki yokluğun kıtlıkla birleşip milletin yakasına yapıştığı o dönemde insanlar, Hasan Hoca gibi kanaat önderlerinin eleştirilerine daha kolay inanıyordu. Aslında Hasan Hoca’nın yaptığı kendince bir direnişti. Eski statüsünü ve saygınlığını devam ettirme direnişiydi. Örneğin eğitimin birleştirilmesi kanunu çıkartıldığında Hasan Hoca gibi insanlar sistemin içine çekilip statü ve geçim kaygısına düşürülmeselerdi, belki toplumda yarattıkları yıkıcı etki daha sınırlı kalacaktı. Belki yeniliklerin benimsenmesi daha hızlı olacaktı.
İnsanın varoluşuna anlam katan her türlü meslek kutsaldır ve mesleğin tek bir ölçüsü, insana mutluluk vermesidir.
Kur’an-ı Kerim’i Ezberlemeye Dokuz Yaşında Başladım
Kalfat köyüne okumaya gidişim, ilk gurbet yolculuğumdu. Kalfat, çevrede bilinen bir köydü. Hafızlık yapmak isteyenler genellikle o köye giderlerdi. Çevrede Kalfat’tan başka bir de Üyük köyü biliniyordu.
Kalfat köyünün bizim köy ile arası 25-30 kilometre vardı. Eşeklerle sabah çıktığımızda, ikindi vakti ancak varıyorduk. Şimdiki Gürpınar Göleti’nden yukarı doğru yürür, Devrez’e doğru giderdik. Devrez’e vardıktan sonra aşağı doğru iner, Kalfat’a varırdık.
Babamın beni Kalfat’a götürmesinin nedeni ise Cennet halamın orada, Karaca ailesinin gelini olmasıydı. Cennet halam, o köyün ileri gelenlerinden Çakıroğulları ailesinde hizmetkârlık yapan Akbaba lakaplı bir adama kaçmıştı. Aile kalabalık olmasına karşın hepsi bir evde kalıyordu. O yüzden babam beni o ailenin yanına verdi. Aslında Cennet, babamın kız kardeşinin kızıydı. Benden büyük olduğu için ona da hala diyordum. Bu aile çok fakirdi. Ekmekleri, aşları, kışın yakacak odunları, tezekleri yoktu.
Kalfat’a gittiğim ilk gece babam da benimle kaldı. Ertesi gün, “Ben annenle bir daha gelirim.” diyerek bırakıp gitti. Arkasından bakakaldım. Köyde, Cennet halamdan başka sığınacağım kimsem yoktu. Giderken yatağımı yorganımı da götürmüştük. Bir de keçem vardı. Üstümdekilerden başka giyecek elbisem yoktu. Ayağımda da babamın eşeğin gönünden diktiği çarık vardı.
Ben o evde kaldığım için babam her ziyarete gelişinde bir eşek yükü erzak getirir eve yıkardı. Bu yüzden Cennet halam, benim evden ayrılmamı istemezdi. Karınlarını, çok kez babamın getirdikleriyle doyururlardı. İdare lambası bile olmadığından, akşamları karanlıkta kalırdık. O yüzden hava kararınca hemen yatardık. Sabah hava aydınlanmadan kalkar, çıra ışığında ders yapardım.
İdare lambası olmadığı için çıra en önemli aydınlatma gereciydi. Akşamları ders çalışmak için yaktığım çırayı bile babam getirirdi. Şimdi, geceler bile gündüz gibi. Hatta bir çok yerde hayat gece başlıyor. O tarihlerde akşam olduğunda evden çıkmak kâbustu. Tuvalet ihtiyacı falan gün kararmadan görülür, gece karanlığa kalınmak istenmezdi. Buna rağmen evden biri gece tuvalete çıkacağı zaman yanında bir başkası daha gider ve çıranın ışığıyla, evin arkasındaki tuvalette ihtiyaç görülürdü. Olur da gece vakti bir yere gidilmesi gerekirse duvarlara dokuna dokuna yürünürdü. Gece yolculuğu yağmurlu günlere rastlarsa belimize kadar çamura bulanırdık.
Akıllı konuşur çünkü onun istediği şeyler var, aptal da konuşur, zira kendisinin bir şeyler söylemek mecburiyetinde olduğunu sanır.
Kalfat’a Küçük Mısır Denilirdi
Kalfat köyü yaklaşık 500 haneli bir köydü. Orta kazasına yakın olan bu köyde 14-15 oda vardı. Köyün ortasından bir çay geçerdi.