Muhteşem Gatsby. Фрэнсис Скотт Фицджеральд. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Фрэнсис Скотт Фицджеральд
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6865-36-5
Скачать книгу

      Eğer sıçrayabilirsen zirveye, onun için de sıçra

      Ta ki o haykırana dek: “Yârim, altın şapka giyinmiş, güçlü yârim,

      Sahip olmalıyım sana!”

Thomas Parke D’invilliers

      1. BÖLÜM

      Daha küçük ve toy olduğum yaşlarda, o zamandan beri aklımdan çıkmayan bir nasihat etti babam bana: “Ne zaman birini tenkit etmek istersen, unutma, bu dünyadaki bütün insanlar, sahip değildir senin elindeki imkânlara.”

      Başkaca bir şey söylememişti ama her zaman az kelimeyle fevkalade iyi anlaştığımız için söylediklerinden çok daha fazlasını kastettiğini anlamıştım. Dolayısıyla, her türlü yargı konusunda ihtiyatlı olmaya eğilimliyimdir; bu huy, tuhaf mizaçlara sahip birçok insanın bana açılmasını sağladı ve beni sayısı azımsanamayacak derecede baş belasının da kurbanı hâline getirdi. Anormal bir zihne sahip olanlar, benim gibi insanlardaki bu eğilimi hemencecik sezinler ve bağlanıverirler; böylelikle kolejde politikacı gibi davranmakla haksız yere suçlandım, çünkü yabani, silik adamların tuhaf ve gizli dertlerinin sırdaşı olmuştum. Çoğu sır beklenmedikti, tanıdık bir belirtinin ufukta titreştiğini fark ettiğim anda genellikle uyuma numarası yapar veya meşgul olduğum izlenimini verir veyahut da muhalif bir ciddiyetsizlik sergilerdim; çünkü genç adamlardaki tanıdık belirtiler veya kendilerini ifade ediş biçimleri, genelde özentilidir ve bariz bastırılmalarla bezelidir. Ön yargıdan kaçınmak sonsuz bir umut meselesidir. Bunu unutursam bir şeyleri kaçırırım diye hâlâ korkarım ve babamın züppece söylediği gibi ben de züppece tekrarlayayım: Temel nezaket kuralları doğarken adaletsizce dağıtılır.

      Ve hoşgörümle böyle övündükten sonra onun bir sınırı olduğunu itiraf etmeliyim. Davranışlar sarp kayalar veya bataklıklar üzerine kurulmuş olabilir ama bir noktadan sonra neyin üzerine kurulduğu umurumda değildir. Geçen sonbahar Doğu’dan döndüğümde dünyanın, üniformasını kuşanıp sonsuza kadar ahlaki bir hazırolda beklemesini dilediğimi hissettim; artık insan kalbine atılan ayrıcalıklı çağrılarla dolu huzur bozan seyahatler istemiyordum. Bu tepkimden bir tek bu kitaba adını veren Gatsby muaftı: Gatsby, en içten hor gördüğüm her şeyi temsil eden adam… Eğer kişilik, kesintisiz bir başarılı atılımlar dizisiyse o zaman onda muhteşem bir şey vardı, hayatın vaatlerine karşı yüksek bir hassasiyet; sanki on binlerce mil uzaklıktaki depremleri kaydeden girift makinelerdeki gibi bir hâl. Bu duyarlılığın “yaratıcı mizaç” unvanıyla payelendirilen şu gevşek, aşırı duygusallıkla alakası yoktu; olağanüstü bir umut etme yeteneğiydi, hayatımda kimsede görmediğim ve bir başkasında daha göremeyeceğim duygusal bir atiklikti. Hayır, Gatsby sonunda işin üstesinden geldi; bir süreliğine insanoğlunun beyhude kederlerine ve geçici hazlarına duyduğum ilginin önünü tıkayan şey, Gatsby’nin içini kemiren, hayallerinin ardından kalkan pis tozdur.

      Ailem, bu Orta Batı şehrinde üç kuşaktır yaşayan seçkin, hâli vakti yerinde insanlardır. Carraway’ler kabile gibidir ve sülalemin Buccleuch düklerine dayandığına dair bir rivayet dolansa da soyumun esas kurucusu büyükbabamın erkek kardeşidir; buraya elli bir yaşında gelerek, İç Savaş’a kendi adına vekil gönderip, bugün babamın yürüttüğü hırdavat toptancılığı işini kurmuş.

      Bu büyük amcayı hiç görmedim ama ona benzediğim söylenir; kanıt olarak da babamın ofisinde asılı duran oldukça asık suratlı fotoğrafı gösterilir. 1915’te, babamdan bir çeyrek yüzyıl sonra New Heaven’dan mezun oldum, ardından Büyük Savaş denilen şu gecikmiş Cermen akınına katıldım. Karşı akını o kadar sevmiştim ki döndüğümde yerimde duramıyordum. Orta Batı artık dünyanın sıcak merkezi olmaktan çıkmış, evrenin bakımsız bir köşesi gibi görünüyordu; böylelikle Doğu’ya gidip borsacılığı öğrenmeye karar verdim. Tanıdığım herkes borsa işinde olduğu için, bir kişiye daha bu işten ekmek çıkar diye düşündüm. Tüm halalarım ve amcalarım sanki bana hazırlık okulu seçiyorlarmış gibi bu konuyu aralarında tartıştılar ve nihayet son derece ciddi, tedirgin bir surat ifadesiyle “Eh, peki…” dediler. Babam bir yıl süreyle bana maddi destekte bulunmaya razı oldu ve çeşitli gecikmelerden sonra yirmi iki yılının baharında Doğu’ya, aklımca, temelli olarak geldim.

      Yapılacak en uygun şey şehirde bir daire bulmaktı. Ama ılık bir mevsimdi ve ben geniş çimenlikleri ve sevimli ağaçları olan bir diyarı yeni terk etmiştim; onun için ofisteki genç bir adam birlikte bir banliyö kasabasında ev tutmayı önerdiğinde bu, kulağıma güzel bir teklif gibi geldi. Evi o buldu, aylığı seksen dolara, fırtınaya tutulmuş kutu gibi bir bungalovdu. Ama son dakikada şirket onu Washington’a yollayınca ben de taşraya tek başıma gitmek durumunda kaldım. Bir köpeğim -en azından kaçıp gidene kadar birkaç günlüğüne benimdi- eski bir Dodge’um ve yatağımı toplayıp, kahvaltımı hazırlayan, elektrikli ocağın başında kendi kendine Fince bilgelik sözleri mırıldanan Finli bir yardımcım vardı.

      İlk birkaç gün yalnızlık çektim, ta ki bir sabah oraların benden daha acemisi olan biri beni yolda durdurana kadar.

      “West Egg köyüne nasıl gidilir?” diye sordu çaresizce.

      Yolu tarif ettim, yürümeye devam ederken artık yalnızlık çekmiyordum. Bir rehber, bir yol gösterici, bir yöre sakiniydim… Adam tesadüfen bana mahallenin fahri üyeliğini vermişti sanki.

      Böylece, hızlı çekim filmlerdeki gibi, gün ışığı ve ağaçlardan fışkıran harika yaprak patlamalarıyla, içimde o yazla beraber hayatın yeniden başladığına dair tanıdık bir inanç oluştu.

      Bir kere, okunacak o kadar çok şey ve canlandırıcı havadan çekip alınacak öyle bir dirlik vardı ki! Bankacılık, kredi ve yatırım araçları hakkında bir düzine kitap almıştım; yalnızca Midas, Morgan ve Maecenas’ın bildiği ışıltılı sırları vadedercesine, darphaneden yeni çıkmış paralar gibi kırmızılı, altın yaldızlı ciltleriyle duruyorlardı rafımda. Ve onlardan daha başka kitaplar okumaya da niyetliydim. Kolejde edebiyata pek hevesliydim -bir yıl boyunca “Yale News” için bir dizi oldukça ciddi ve beylik başmakaleler yazmıştım- ve şimdi de böyle şeyleri yeniden hayatıma sokacak, tekrar tüm uzmanların en dar kafalısı olan o “çok yönlü adam” hâline gelecektim. Niyetim nükte yapmak değil; neticede, hayat tek bir pencereden bakıldığında daha başarılı görülür.

      Kuzey Amerika’nın en acayip yerlerinden birinde ev kiralamam şans eseri olmuştu. New York’un doğusuna doğru uzanan şu incecik, uçarı adadaydı ve orada, diğer doğal garabetlerin yanında, iki tuhaf toprak oluşumu vardı. Şehrin yirmi mil açığında, batı yarım kürenin en evcil tuzlu suyu olan Long Island Boğazı’nın geniş, ıslak avlusunda uzanan, sadece dar bir koyun ayırdığı, hatları birbirinin aynı bir çift devasa yumurta. Mükemmel bir ovallikte değiller -Kolomb’un hikâyesindeki yumurta gibi, temas ettikleri noktada ikisinin de ucu göçük- ama fiziksel benzerlikleri, üstlerinde uçan martılar için sonsuz bir hayret kaynağı olmalı. Kanatsızlar için daha ilginç olan fenomen, biçim ve ebatları dışında her açıdan farklı olmaları.

      Ben West Egg’de oturuyordum, yani… şey, iki yumurtanın daha az revaçta olanında, gerçi bu söylediğim, ikisi arasındaki tuhaf farkı belirten en yüzeysel yaftadır. Evim yumurtanın ucundaydı, Boğaz’a yalnızca elli metre mesafedeydi ve sezonluk on iki on beş bine kiralanan iki devasa evin arasına sıkışmıştı. Sağımdaki, her tür standarda göre muazzam bir yapıydı. Normandiya’daki Belediye Sarayı’nın tıpatıp kopyasıymış; bir yanında taze sarmaşığın ince örgüsü altından ben buradayım diyen yepyeni bir kule, mermer bir havuz ve yirmi dönümden fazla çimenlik, bahçe… Burası Gatsby’nin malikânesiydi. Daha tanışmadığımıza göre, Bay Gatsby adında bir beyefendinin oturduğu malikâne demeliyim. Benim ev göz zevkine pek hitap etmiyordu ama neyse ki küçüktü, fazla göze batmıyordu; deniz manzaram, komşumun çimenliğinin birazı ve milyonerlerin teselli edici yakınlığı vardı; bunların hepsi de ayda seksen dolara!

      Dar koyun karşı yakasında, kıyı boyunca sosyetik East Egg’in beyaz malikâneleri parıl parıldı; aslında, o yazın hikâyesi de Tom Buchanan’lara yemeğe gittiğim akşam başladı. Daisy ile kardeş torunlarıydık ve Tom’u da kolejden tanıyordum. Savaştan hemen sonra onlarla Şikago’da iki gün geçirmiştim.

      Kocası, çeşitli fiziki başarılarının yanı sıra, New Heaven’da futbol oynamış en güçlü açıklardan biriydi; bir nevi millî kahraman, hani daha yirmilerindeyken zirveye ulaşıp da sonrasında