Pederi ise dünyada hem en büyük kemalat hem de en büyük nekaisin saiki olan bu inatçı huyu çocuğun tabiatından çıkarmaya imkân göremediği için o meyelanı daima tahsil ve terbiye cihetlerine sevk ederek oğluna bir silah-i istifade etmek isterdi.
Vakıa Ali Bey, pederinin hayatından ve hele on dört-on beş yaşına girdikten sonra âlemde maariften başka sevilecek, arzu olunacak bir şey bulamaz olmuş idi. Dünyayı unuturcasına meşgul olduğu şey var ise dersleri idi. Bir küçük maksat için büyük fedakârlık ihtiyar ederse nüshası nadir bazı kitapları bahasının kırk-elli misline almakta ederdi; hastalanırsa bir bahiste mağlup olduğu için hastalanırdı; ağlarsa okuduğu şeylerde bir müşkül meseleye tesadüf edip de halledemediğinden dolayı ağlardı.
Fakat bu âlem-i inkılab kendi gibi sebatı sevenlerden olmadığından, çocuk yirmi yaşına girer girmez –sebeb-i vücudu, mürebbi-i efkârı olan– pederi ahirete intikal etmekle Ali Bey’in hâlinde birbirini müteakip enva-i tagayyürat, enva-i belaya zuhur etmeye başladı.
Der vakt-i cevanî zi muhabbet çi hicabest
Bes tavr-i acep lazim-i eyyam-i şebabest. 26
Çocuğun fıtratan teessüratı galip olmakla beraber aldığı terbiye vicdanındaki hissiyata bir kat daha kuvvet verdiğinden ve pederi ise bâis-i hayatı olduğu için indinde hayattan mukaddes olduktan başka her halükârda mürebbisi, müsteşarı, râzdaşı, yâr-i sadıkı olduğundan gönlünde ne kadar kabiliyât-i muhabbet var ise hemen cümlesini ona hasretmiş idi. Öyle hiç hatırında yok iken mâmelek-i vicdan ve irfanı olan bir vücud-i azizi telafisi kabil olamayacak surette bağteten gaip edince hayatın lezzetini de beraber gaip eyledi. Nedim-i ruhu olan kitaplarına bakar; nacins ülfetine düşmüş kadar sıkılırdı. Mesire-i efkârı olan kalemine gider; zindana atılmış kadar müteezzi olurdu. İşi gücü, odanın bir köşesine çekilerek yetimane ah etmeye, mahzunane gözyaşı dökmeye münhasır olmuş idi. Onun bu hâli ise validesine, zevcinin vefatından ziyade endişe vermekte idi.
Beyin validesi behredar-i maarif olan milletler kadınları gibi danişli bir şey değil ise de zaten zekâsı galip olduktan başka yirmi beş sene kadar beyinin terbiyesi altında kalarak gördüğü, işittiği hadiselerden onun irşad-i hakîmanesiyle pek çok hakikatler istihraç etmiş bir kadın idi. Ona binaen kendini de ye’sü keder önüne salıvermek lazım gelse sevgili zevcinden uzak düştüğü gibi bir de ciğerparesini de gaip edeceğini ve gözlerini ölülere ağlaya ağlaya dirileri görmeyecek bir hâle getirmek; dünyada olanlara zararlı, ahirette olanlara faidesiz olduğunu bildiğinden merdane bir ikdam ile ne kadar hüznü, ne kadar kederi var ise gönlünde hıfz eder ve böyle zevcinin eksikliğine ağlamak gibi en memduh olan bir hâlini kabahat yollu ketmetmeye mecbur olduğundan dolayı çehresine âriz olan acı acı tebessümleri hande-i neşat suretinde göstermek isterdi.
Çocuğu düştüğü hüzn-i sevdavîden almak için bin türlü vesail düşündüğü sırada, hanelerine yakın olan Çamlıca’yı da hatırından çıkarmadı. Nihayet bir çarşamba günü –ki mayıs evailine müsadif idi– felek zümrütten dökülmüş bir âyineye benzedi; üzerini muslî telden örtü çekilmiş gibi gayet beyaz bir bulut sereylemiş idi. Bir hâlde ki güneşin ziyası nazik mizaçlı bir nazeninin barıka-i cemali gibi dokunduğu yerleri tenvir eder fakat yakmazdı. Ağaçların –sayesinden sahralar istiğna hasıl ettiği için– yukarıdan aşağı nazari hakaretle bakar gibi gerdenkeşanî duruşları abes görünür idi. Rüzgâr memedeki çocuğunun uykusuna nigehbanlık eden validenin nefesinden hafif eserdi. Hanım hava ve sahranın bu letafetini görünce Ali Bey’i ricalar, niyazlar, ibramlarla Çamlıca’ya doğru çıkmaya ikna eyledi.
Seyre ilk gittiği gün oraları çocuğa pek bigâne görünmüş idi. Hatta ikinci, üçüncü defa dahi çocuğu sahraya temenni ile icbar ile çıkardılar. Ancak gide gide Bey, Çamlıca ile gereği gibi istinasa başladı. Birkaç gün birbiri üzerine kıra çıkmasa âdeta sıkılırdı.
İnsan ne garip baziçe-i tabiattır ki Ali Bey indinde en aziz olan bir vücudun fenasından müteessif iken asar-ı hayatın timsal-i mücessemi olan cihan-i medeniyetten kaçar da her arşın toprağında nice vücutlar nihan olmak cihetiyle, mevtin misal-i müşahhası olan sahralarda gezip eğlenmek isterdi.
Her ne hâl ise Bey, iki günde bir kere Çamlıca’ya gitmeyi –tabiatinde olan inhimak cihetiyle– hayatının levazım-i zaruriyyesinden addeder olmuş idi. Fakat gezişten muradı kalabalıktan kaçmak olduğu için, tatil günleri eğlencesinden geri kahr ve binaenaleyh cuma ile pazarı kendince hilaf-i âde sa’yü meşakkat eyyamından bilir idi.
Bir gün kalem arkadaşlarıyla Çamlıca’ya olan meylinden bahsederken kendinden orada bir ziyafet isterler, o da memnunlukla kabul ile: “Yarından tezi yok buyurun.” deyince “meğer mübahase bir sah gününe tesadüf eylediğinden” arkadaşları gülüşmeye başlarlar. Ali Bey ise bu handelere hiçbir mana veremeyerek sebebini istizah eder. Anlar ki rüfekası indinde Çamlıca’da cuma ve pazarın gayri –tenhalık cihetiyle– eğlenmek gayr-i kabil sayılır. Her ne kadar eğlenceden murat kalabalık seyretmek ise İstanbul ve Beyoğlu sokakları dururken Çamlıca’ya gitmeye hiç lüzum olmadığını anlatmak isterse de alışıldığa karşı gösterilen delail –velev bedihî olsun– ne kadar tesir ederse beyin behhaslığı dahi o kadar netice verebilir. Ekser kalem ihvanı arasında mutat olduğu üzere kendiyle zahirde pek laubali, hakikatte pek külfetli görüşen nazik beylerden bazıları Ali Bey’in öyle bir tenha günü teklif ve bu teklifinde ısrar edişini ziyafetten kaçtığına hamleder yollu birtakım kinayeli sözler söyledikleri için çocuk arzusundan değil hicabından daveti cumaya talik eyledi.
Validesi ise oğlunun “Öyle bir günlük eğlence atisince terettüp edecek felaketleri nereden keşfeylesin?” insan içine karışarak vakit geçirmeye meylini görünce ciğerparesi yeniden dünyaya gelmiş kadar memnun olmuş idi.
Cuma gelince karar veçhile, Bey’in arkadaşları saat üç27 raddelerinde Üsküdar’a geçerler. Sabah yemeğinden sonra zaten Ali Bey’in evinde mevcut olan iki arabaya binerler. Doğru mev’id-i salaları olan Çamlıca’ya giderler.
Bir müddet çeşmenin başında ikamet ile Ali Bey tabiatın nice yüz bin bedayi-i rengârengini, beriki beyler –mulevven ferace ve boyalı çehreleriyle mesireyi, ağaçları baştan aşağı çiçeklere gark olmuş da rüzgâr estikçe öteye beriye salınmaya başlamış bir bahçeye hemhâl eden– hanımların şivesini temaşa ile saat yedi buçuk-sekize28 kadar eğlenirler.
O vakit ise Çamlıca’nın en “civcivli”29zamanı olmak cihetiyle yollar birbiri ardınca akıp gelmekte olan yaşmak kalabalığından köpükler içinde kalmış birer seyl-i huruşanı andırmaya başladı. Beyler de yerlerinden kalktılar. Hanımlara karıştılar. Her biri belki bir tanesine iptilasından, ondan başka kimseyi sevmek ihtimali olmadığından, yolunda ölmeyi canına minnet bileceğinden, hasılı dünyada ne kadar soğuk yalan var ise cümlesinden bahisler açmaya başladılar.
Bu hâller ise Ali Bey’in fıtratına, terbiyesine bütün bütün mugayir olmak cihetiyle bu eğlenceden bayağı bir felaket kadar müteezzi idi. Fakat memleketimizin