Ahlak-i Alaî’yi milletimize edebiyatça nümune-i edebiyat addeden zatın tabiatını bilemem fakat ben o kitabı havi olduğu birçok efkâr-i hikemiyeyi takdir ile beraber mütalaa etmekten ise mütalaası için lazım olan vakit kadar mahpusta kalmayı tercih ederim. Bildiğim eshab-i kalemin hangisine sordumsa onlar da bu reyimi tasvip ettiler.
İşte eğlenceyi dahi bir medar-i istifada etmek mütalaasına mebnidir ki Hintliler, İbraniler, Yunaniler, Romalılar, Araplar, Acemler, Avrupalılar daima hakimane nasihatleri şathiyat kabilinden birtakım hikâyeler içinde setredegelmişlerdir.
Hatta Hint’ten Garp’a geçmiş bir hikâyedir ki: Hakikat bir kız imiş. Fakat çıplak gezermiş, nereye gittiyse kabul etmemişler, nihayet bir kuyuda saklanmaya mecbur olmuş. Hikâye ise dişleri dökülmüş, suratı buruşmuş, elleri çolak, ayakları paytak, beli kambur, ağzı kokar, burnu akar bir kocakarı imiş. Lakin yüzünü düzgünler, eğreti dişler, vücudunu gayet ziynetli libaslarla tezyin ettiğinden, daima görenlerin makbulü olurmuş. Akibet, Hakikat’e bir gün kuyuda rast gelmiş, kendi elbise vesair tezyinatını vermiş, ondan sonra Hakikat’de gittiği yerde kabul olunmaya başlamış. Elimizde Hümayunname var, Fakihetül’hulefa var, Elfül Leyli Velleyle var, Gülistan var, Bostan var, Hadika-i Senaî var, Yahya’nın Mihr ü Hüma’sı var, Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’u var, Galip’in Hüsn ü Aşk’ı var; hasılı var, var. Bunlardan ne zarar gördük ki tehzib-i ahlak için Alaî’yi, Makamat’ı filanı okumaya icbar-i nefs edelim? Şeyh Galip merhum ne güzel demiş:
Nush ise eğer budur mezaki
Dünya fani ahiret baki
Olsa ne kadar harab ü mağşuş
Yoktur bunu bir işitmedik gûş.
Edebiyat-i Osmaniye’nin böyle istişhada layık asarı da var fakat nadirdir.
Ayetle, hadisle müsbet olduğu üzere mükevvenat ezvaç olarak yaratıldığından, tabiat-i âlem fıtratan muhabbetle mecbuldür. Binaenaleyh insanın aşka meyli her şeyden ziyade görülür. Bu sebepten dolayı hikâyelerin, tiyatrolarla havi olduğu hisse-i hikmeti ekseriyet üzere aşka dair olan birçok kıssa içinde setreder… Onun için biz de şu eser-i âcizanenin havi olduğu bikr-i hayali bir hikâye-i muhayyele ile yaşmaklamak istedik.
Bundan başka hikâye yazmakta bir vazife daha vardır. O da muhatabını ıslah etmek veya eğlendirmek için münasebetli münasebetsiz, akla ağıza ne gelirse söylemek, tarz-i kudemapesendanesini terk ile tabiat-i beşeriyenin tahliline çalışmaktır.
Vicdan-i beşerdeki serair-i kalbin en gizli köşelerine nazar taalluk etmedikçe bulmak muhaldir. Serair-i kalbiye bilinmedikçe bir adama söylenilen sözleri teessür ettirmek ise bütün bütün adîmü’lihtimaldir. Çünkü fikir her ne tasavvur ederse bir kere zihnindeki mahfuzat ve gönlündeki teessürata tatbik eder. Benzerse kabul eyler, benzemezse etmez. Bir-iki asırdan beri, hususiyle zamanımızda Avrupalılar ahval-i kalbiyeyi teşrih etmekte bir meharet-i fevkalade izhar ederek gerek tiyatro gerek hikâyeyi, edebiyatın en büyük kısımları adadına idhal ettiler. Hatta Fransız lisanında hikâyeye “roman” derler. Vüs’at-i hayal ve garabet-i tasavvur cihetini haiz olan asara “romantique” tâbir olunur ki; Shakespeare gibi, Walter Scott gibi, Schiller gibi, Lord Byron gibi, Victor Hugo gibi, Alfred de Musset gibi her kitapları iki-üç yılda bir kere, iki-üç yüz bin nüsha basılmakta olan eazim-i üdebanın kendi lisanlarınca ihtira ettikleri, ilerlettikleri tarz-i hastır.
Kuvvei-i hayal, Şark’ta bittabi Garp’a galip olduğundan ve Avrupalılar –her fende olduğu gibi– edebiyatta dahi Hint’in, Yunan’ın, Arap’ın, Acem’in mukallidi bulunduğundan bu tarz-i hassın mucidi olmak şerefi dahi, bizim ecdadımıza kalır. Şu kadar var ki Avrupalılar taklit ederken bir şeyin hakikaten taklide şayan olan yerlerini ediyorlar. İşte o kabilden olarak kendilerine bir nümune-i edep bulmak için Arap’ın, Acem’in vesair elsine-i kadîmenin asar-i muteberesini tercüme etmişler. Mantık ve adaba mutabık gördükleri yerlerini misal-i imtisal etmişler, içlerinde akıldan hariç mübalağa, hiçbir şeye benzemez teşbih görmüşler ise ona ittiba etmemişler, cinas-i lafzi gibi zevzeklikleri de makbul tutmamışlar. Ona binaen biz daima Avrupa lisanlarının edebiyatça gerek intihap ettikleri kavaid-i külliyeye gerek ihtiyar eyledikleri tarz-i taklide tabi olmak mecburiyetindeyiz. Çünkü gerek o kavaid-i külliye gerek o tarz-i taklit Avrupa’nın evham-i heveskârîsinden çıkma birtakım hayalat değil; sırf hakikat ve tamamiyle sevk-i tabiattır. Onlar nasıl Arap’ın veya Acem’in yollu tasavvurat-i şairane ve hakimanesini şevk ve haz ile kabul ederek lisanlarında bu türlü şeylerin tercüme ve taklidiyle bir vüs’at-i efkâr ve kuvve-i tahayyül hasıl etmişler ise biz dahi onların “tercümeleri mesela Ekrem Bey gibi bazı üdebamızın neşriyatında görülen” birtakım asar-i nefîselerine taklit eder ve Şark ve Garp’in fikr-i kemal ve bikr-i hayalini izdivaç ettirmeye çalışınız.
Mesleğimizin istikametini göstermeye ise meşhut olan rağbet-i umumiye kifayet eder.
Huz mâ safa da’ mâ keder.
Gel, ey fasl-i baharan mâye’-i arâm ü hâbımsım
Enis-i hatırım, kâm-i dil-i pür ıstırabımsın 20
Bahar günleri, bu köhne cihanın suph-i safa-yi nevcivanisidir. Bahar erişince toprağın her tarafı baştan ayağa taravet kesilerek Yuhyil’arzi bade… mevtiha sırrı aşikâr olur. O kuru kuru ağaçlar –mahşere tesadüf etmiş kemikler gibi– yeniden can bulmaya başlar. Bir hâlde ki: Taravetlerine dikkat olunsa nazar-i ibretle vücutlarına serapây eden hayatı görmek kabildir.
Bir hâlde ki: En küçüğündeki gelişmeye bakılsa âlemin her zerresinde bir ruh tecelli ediyor zannolunur.
Bir hâlde ki: Sahranın her tarafına tecessüm etmiş zevki ruhanî belki ruh bulmuş safay-i cismanî denilse mübalağa edilmemiş olur.
Nevbaharın en büyük bir bediası –mebzuliyet ve melufiyet cihetleriyle gayet hakir gördüğümüz– çemenlerdir. Dünyada renklerin hadd-i itidali olan yeşilden tatlı renk mi olur? Bahar mevsiminde ise gûya ki ruy-i arzın her zerresi yeşillenir.
(Hatta kendini insan zanneden ve hakikat aranılırsa nebattan farkları bil-ihtiyar tahvil-i makama iktidardan ibaret olan birtakım beylerimiz de ötede beride rast geldikleri hanımlarla yeşillenmeye çalışır.)
Hele bir kere çemenler açıklı koyulu renkleriyle toprağı ihata etmeye, bir kere ebr-i baharın in’itafı çemenzar üzerinde mevceler, hareler teşkil eylemeye, bir kere sahranın ötesinde berisinde yığın yığın beyaz çiçekler açılmaya başlar mı; bir kere derya hafif hafif dalgalanmaya, bir kere nesim-i ahesterevane güzariyle suyun yüzünde bir cebîn-i safa nazireler yaparcasına kırışıklar göstermeye, bir kere ufak mevceler, habaplar rüzgârın önüne düşerek bir yere toplanmış semen, etrafa dökülmüş yasemin döküntülerinden nişan vermeye yüz tutar mı; sahraları safasından harekete mecali kalmamış derya, deryaları şevkinden ihtizaza gelmiş sahra kıyas edersin.
Güller göründükçe zannolunur ki birçok yeni yetişme, yabancılar nazarından kaçarak ağaç gölgelerine, yaprak aralarına saklanmış; ara sıra rüzgârı muvafık buldukça gizlendikleri perdeden çıkarlar, birbirleriyle dudak dudağa gelirler. Rüzgâr muhalefete başlayınca gene inzivaya çekilirler, birbirlerine mütehassirane arz-i iştiyak ile hafif hafif gülüşürler.
(Sebebi hayalat-i Şarkıyye ile kesret-i itilaf mıdır, nedir? Ben gülden bahsettikçe bülbülü bir