Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal, altı oyun yazmıştır. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre yalnız ülke için değil, Avrupa’da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiştir. Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal’in en beğendiği yapıtı olarak bilinir. Bu eserde Namık Kemal, İslam birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergilemiştir. Namık Kemal’in ilk romanı olan İntibah, 1876’da yayımlanmıştır. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah Türk romanında bir başlangıç sayılabilir.
Eserleri: Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Celaleddin Harzemşah, Kara Belâ, İntibah, Cezmi, Tahrib-i Harâbât, Takip, Renan Müdafaanamesi, İrfan Paşa’ya Mektup, Mukaddeme-i Celal, Devr-i İstila, Barika-i Zafer, Evrak-ı Perişan, Kanije, Silistre Muhasarası, Osmanlı Tarihi, Büyük İslam Tarihi.
“SON PİŞMANLIK”IN MUKADDİMESİ
Şu kitabın tahririne başlanıldığı sırada Edebiyat-ı Osmaniyye’ye dair Hakayik’te,1 Ceride-i Havadis’te2 birkaç makale görüldü.
Reşat imzasıyla Hakayik’te neşrolunan varakaya tamamiyle aynı fikirde olduğumuzu şu eser-i âcizanemin tarzi tertip ve şıve-i ifadesi göstereceğinden o hususca sözü uzatmaya lüzum görmeyiz.
(Meram anlayalım: Gerek o Reşat imzalı zatın –ki şahsı bizce meçhuldür– gerek bizim itiraz etmiş olduğumuz edebiyat sırf kendi lisanımıza aittir; yoksa Arabinin asar-i edebiyece dünyada en zengin, en mükemmel lisanlardan olduğunu ve Fariside pek güzel, pek makbul eserler bulunduğunu asar-i Şarkiye ile tevaggulü [çok uğraşmış] olanlardan hiçbir sahib-i temyiz inkâr edemez. Ama Türkçemizin âsar-i edebiyesine ta’riz etmeye hakkımız var mıdır, yok mudur? Aşağıda ufacık bir bahsedelim de ona göre hük’molunsun.)
Şimdi, Reşat imzasıyla Hakayik’e bent veren zatta Abdi imzasıyla mukabele eden sahib-i kalem tarz-i, eski yolda yazılan asarımızın müdafaasına kendinde iktidar görmüş iken ona dair yazdığı makalenin baş tarafında şu yolda istimali tasavvur olunan sükûtun dermandegî ve acze hamflolunmak ihtimali silsile cümban-i hamiyet ve gayret olarak, diyor.
Eğer edebiyatın letafeti bu ise vazgeçtik; şu on üçüncü (on dokuzuncu) asr-i hikmet içinde Osmanlı zürefasına, öyle zincirleme tabirlerle zincirli gayret gibi mazmunların lüzumu yok.
Gene Abdi namında olan sahib-i kalem, o makalesinde tiyatroyu Şiilerin muharremde3 icra edegeldikleri mateme teşbih etmiş! Acaba Hakayik’i mütalaa eden eshab-i fikir, bu tasavvura ne demiş olsa gerek? Şüphe yok ki “Bu zat ya tiyatro görmemiş ya muharremde Valide Hanı’na4 gitmemiş.” diyecekler. Çünkü tiyatro denilen timsal-i edebi, matem dedikleri taklid-i Acemaneye benzetmenin badelmüşahede [gördükten sonra], imkânı hiç kimse için kabil olamaz.
Gene bu zat, tiyatronun kendi zannı gibi ise lisan-i Osmani’de daha güzel yapılabileceğini iddia ediyor. Eğer efendinin başka lisana vukufu olsaydı, bu davada bulunmazdı. Lisan, öyle taş kovuğunda yetişen incir ağaçları gibi kendi kendine kemal bulmaz. Asırlarca terbiye-i-efkâra hizmet için kendini vermiş birçok edip, hakîm lazımdır ki bir lisanın intizamına, zenginliğine imkân hasıl olabilsin.
Arabi, dünyada en müntehap lisandır. Fakat o lisanın ehlinden, şimdi dünyada mevcut olan insan adedince allameler, fazıllar, hakîmler, müellifler, şairler, edipler, hatipler zuhur etmiş ve bahusus en kısa bir suresi fesahat ve belagatte sihr-aferinan-i cihanı i’caza kâfi olan Kur’an-ı Kerim gibi bir teyid-i ilahiye mazhar olmuş.
Farisî, milel-i mütemeddineye kendini beğendiriyor. Lakin onda Şehnameler5, Hamseler6, Mesneviler7 var;
Nasîr-i Tusî8 gibi, Sadi9 gibi, Feyzi-i Hindî10 gibi, Cami11 gibi hükemanın, urefanın, üdebanın, zurefanın asarı var.
Biz bunlardan neye malikiz ki temeddünle meşhur olan Avrupalılardan edebiyatta daha güzel eserler meydana getirmeye muktedir olalım?
O Abdi imzalı zat her kim ise oynanması ve hiç olmazsa dinlenmesi kabil olmak şartıyla yani içinde olan kelimelerinin umumunu oynayanların, dinleyenlerin anlayacağı surette manzum ve hatta mensur iki perdeli bir tiyatro meydana getirsinler. O zaman, kendilerini muterizleri bulunan Reşat Bey’in yahut efendinin değil, benim değil, umumen Osmanlı eshab-i kaleminin üstad-i hüneri, lisanımızın mucid-i edebi olan birkaç zat idadına idhal etmek vezaifimizden addolunur. Yoksa öyle hamiyet ve gayrette zincir tasavvur edenlere, tiyatroyu muharrem matemine teşbih eyleyenlere, diğer bir bentte ilmin intişarını fesad-i âleme bais göstermeye çalışanlara göre kalemini “lisan-i mu’cez beyan-i hame” terkib-i Acemane ve Acemiyanesiyle tavsif etmek üdeba beyninde –hangi manasıyla olursa olsun– makbul olacak hâllerden değildir zannederim.
(Bir istitrat daha yapmaya mecbur olduk. Bahsettiğim; edebiyat-i Arap, şarkça Asr-i Cahiliyet’ten12 Mu’tasım-i Abbasî13 zamanına ve garpçe Endülüs’ün inkırazı vaktine kadar yazılan şeylerden ibarettir. Yoksa şimdi Mısır’da, Tunus’ta, ötede beride söylenilen birtakım kasideler, figanlar bihakkın Arap edebiyatından madut olamaz.
Benim bahsettiğim asar-i cehle mesela Mütenebbi’nin14, yahut Ebül’ula’nın15 beyitleri gibi âlimane, âlîcenabane ve hakimane sözlerdir; şimdiki dalkavuk müdahaleleri değil.)16
Gazetelerde bu mübahase üzerine bir varaka daha görüldü ki güya, iki tarafın reyini tevfika çalışır da ahlakımızın tehzibini Ahlak-i Alaî17 ve Makamat-i Harirî18 yolunda birtakım kitapların teksir ve tercümesine talik ettikten sonra, şimdi yazılan hikâyattan ahlak-i millîyece bir hizmet husulü memul olmadığını söyler. Hâlbuki Ahlak-i Alaî kadar ciddî bir kitabı –velev ne kadar lisan-i avamda yazılmış olursa olsun– okuyup ondan istifade etmek zaten terbiye görmüş adamların icarıdır.
Makamat-i Hariri ise bilakis ahlakı ifsat eder. (Ebu Zeyyid-i Sürucî’nin, kadı huzurunda, zevcesiyle geçen muhaveresi okunsun.)
Bu