“Şimdi.” dedi Robin. “Hayatım boyunca hiç kimse tarafından korkak olarak adlandırılmadığıma tüm kalbimle inanıyorum. Sağlam yayımı ve kuvvetli oklarımı buraya koyacağım. Eğer o tarafa geçmeme izin verecek kadar cesaretliysen, erkekliğini sınamak için gidip ben de bir sopa alacağım.”
“Demek öyle. Peki, geçişini bekliyorum hem de büyük bir keyifle.” dedi yabancı. Bunun üzerine sopasına yaslandı ve Robin’i beklemeye başladı.
Sonra Robin Hood hızlı adımlarla gitti ve iki metre uzunluğunda, düz, sağlam bir meşe sopası kesip yumuşak dallarını kırarak geri döndü. Bu sırada yabancı sopasına yaslanmış, etrafına bakıp ıslık çalarak onu bekliyordu. Robin sopasını düzeltirken yabancıyı dikkatle izledi, göz ucuyla tepeden tırnağa süzdü ve daha önce hiç bu kadar uzun ya da iri yarı bir adam görmediğini düşündü. Robin uzun boyluydu ama yabancı, bir kafa ve bir boyun mesafesi kadar daha uzundu. Neredeyse iki metreyi geçiyordu. Robin’in omuzları genişti ama yabancınınki, bir avuç içinin iki katı kadar daha genişti. Oysa Robin’in beli neredeyse bir karıştı.
“Her neyse.” dedi Robin, kendi kendine. “Postunu neşe içinde sopalayacağım sevgili dostum.” Daha sonra yüksek sesle: “İşte benim güzel sopam, güçlü ve sert. Şimdi gelmemi bekle, cesaretin varsa ve korkmuyorsan benimle ortada buluş. Sonra ikimizden biri darbelerle dereye yuvarlanıncaya kadar çarpışacağız.” dedi.
Yabancı, sopasını başının üzerinde ve parmaklarının arasında hızla çevirerek: “Vay canına, gerçekten beni cesaretinle etkiledin!” diye haykırdı.
Arthur’un Yuvarlak Masa Şövalyeleri bile hiçbir zaman bu ikisi kadar sert bir dövüşte karşılaşmamışlardı. Robin hızla yabancının durduğu köprüye çıktı; önce bir çalım attı, sonra da yabancının kafasına öyle bir darbe indirdi ki eğer darbe hedefine ulaşsaydı yabancıyı hızla suya yuvarlayacaktı. Ama yabancı, Robin’in darbesini ustalıkla geri çevirdi ve karşılığında, Robin’in de yabancının yaptığı gibi geri çevirdiği, sert bir darbe indirdi. Bu şekilde neredeyse bir saat boyunca her biri kendi yerinde öylece kaldı, hiçbiri bir parmak aralığı bile geri gitmemişti ve bu süre içinde ikisi de pek çok darbe yemişti. İkisinin de her yanı ağrıyıp şişmişti ama ne “Yeter.” demeyi düşünüyorlar ne de köprüden düşecek gibi duruyorlardı. Ara sıra dinlenmek için durdular, ikisi de hayatları boyunca böyle bir sopa kullananı daha önce hiç görmediğini düşündü.
Sonunda Robin yabancının kaburgalarına öyle bir darbe indirdi ki yabancının ceketinden, güneşin altındaki bir saman çöpü gibi toz dumanı çıktı. O kadar kurnazca bir vuruştu ki yabancının köprüden düşmesine ramak kalmıştı ama o hemen kendini toparladı ve ustaca bir hamleyle Robin’in kafasından kan akmasına neden olan bir darbe indirdi. Robin öfkeden deliye dönmüştü, tüm gücüyle yabancıya tekrar vurdu. Ama yabancı darbeyi yine savuşturdu ve Robin’e bir kez daha vurdu; bu kez öyle bir vurdu ki Robin, topuklarının üzerinde suya düştü, tıpkı bir lobutun sağlam bir top darbesiyle düşmesi gibiydi.
“Peki şimdi neredesin bakalım, yürekli delikanlı?” diye bağırdı yabancı, kahkahalarıyla ormanı inleterek.
“Ah, selin ortasında kaldım ve akıntıyla birlikte aşağıya doğru yüzüyorum.” diye bağırdı Robin. Kendisi de bu acınası durumuna gülmekten kendini alamamıştı. Sonra ayağa kalkarak kıyıya doğru yürüdü. Küçük balıklar onun sıçramasından korkarak bir oraya bir buraya kaçışıyorlardı.
Kıyıya ulaştığında, “Elini uzat.” diye bağırdı. “Cesur ve sağlam bir yüreğin olduğunu kabul ediyorum. Üstelik sopa kullanma konusunda da gayet iyisin. Zaten bu yüzden, başımın içinde kavurucu bir haziran günündeki bir arı kovanı gibi vızıltılar dönüyor.”
Sonra borazanını dudaklarına götürdü ve orman patikalarında yankılanana kadar öttürdü. “Gerçekten yok artık.” dedi tekrar. “Sen oldukça uzun boylu bir delikanlısın ve çok da cesur birisin. Çünkü burası ile Canterbury kasabası arasında bana senin yaptığını yapabilecek bir başka adam daha yok.”
“Sen de öyle.” dedi yabancı, gülerek. “Cesur yürekli ve yiğit bir ağa gibi sopa kullanıyorsun.”
Sonra etraftaki çalılıklar birilerinin gelmesiyle hışırdamaya başladı ve aniden, başlarında neşeli Will Stutely bulunan birkaç cesur yiğitten oluşan çete, asker yeşili giysileri içinde gizlendikleri yerden fırladılar.
“Yürekli efendimiz.” diye bağırdı Will. “Bu nasıl olur? Resmen tepeden tırnağa sırılsıklam olmuşsunuz hem de iliklerinize kadar.”
Neşeli Robin: “Hadi canım.” diye cevap verdi. “Şuradaki iri cüsseli adam beni boynumdan kavrayıp suya fırlattı ve bir güzel de dövdü.”
Will Stutely: “O zaman kendisi de suya düşüp sağlam bir dayak yemeyi hak etti!” diye bağırdı. “Hadi beyler, yakalayın şunu!”
Daha sonra Will ve diğer adamlar yabancının üzerine atladılar, her ne kadar hızla atılsalar da yabancı tetikteydi ve kuvvetli sopasını sağa sola savuruyordu. Sayı olarak yenik olmasına rağmen içlerinden birkaçını yaralamayı başarmıştı üstelik.
“Hayır hayır, geri çekilin!” diye bağırdı Robin, ağrıyan yerleri tekrar ağrıyana dek gülerek. “O iyi ve güvenilir bir adam, ona bir zarar verilmeyecek. Şimdi dinle bakalım cesur genç, benimle kalıp çetemin bir üyesi olmak ister misin? Her yıl üç takım asker yeşili kıyafet alacaksın ve kırk mark da ücretin olacak; bulduğumuz ganimetleri de paylaşacağız. Lezzetli geyik eti yiyip en sert birayı içeceksin ve benim sadık bir sağkolum olacaksın çünkü hayatım boyunca hiç böyle bir sopa ustası görmedim. Konuş bakalım! Benim yürekli ve neşeli çeteme katılacak mısın?”
“Bunu bilmiyorum.” dedi yabancı, suratını asarak. Çünkü bu kadar hırpalanmasına sinirlenmişti. “Porsuk yayını ve elma saplı okunu meşe sopasından daha iyi kullanamıyorsan buralarda sana asker denmesi uygun olmaz ama bu adamlar arasında benden daha iyi ok atabilen biri varsa o zaman sana katılmayı düşünebilirim.”
“Tüm inancımla!” dedi Robin. “Sen çok arsız ve pis bir herifmişsin; yine de sana daha önce hiç kimseye tahammül etmediğim kadar tahammül edeceğim. Cesur Stutely, dört parmak genişliğinde beyaz bir ağaç kabuğu kes ve şurada yetmiş metre uzaktaki meşe ağacının üzerine koy. Yabancı, sen de şimdi gri bir kaz tüyü ok ile o kabuğu vur, sonra kendine okçu diyebilirsin.”
“Hadi bakalım, vuracağım.” diye cevap verdi, yabancı. “Bana sağlam bir yay ve geniş bir ok verin, eğer hedefe isabet ettiremezsem beni soyup yay kirişleriyle dövün.”
Robin’in yaylarının yanındaki en sağlam yayı ve düz, gri bir kaz tüylü oku seçti. Ok güzelce tüylenmişti ve pürüzsüzdü. Yabancı, hedefe doğru adım atıyordu; yeşilliğin üzerinde oturan ya da yatan çete dikkatle onun atışını izliyordu; yabancı, oku yanağına doğru çekti ve sapı ustalıkla serbest bıraktı, o kadar düzgün bir şekilde fırlatmıştı ki hedefi tam ortasından vurdu. “A-ha!” diye bağırdı. “Yapabilirsen düzelt bakalım bu atışı.” O kadar iyi bir atıştı ki çete üyeleri bile alkışladılar.
“Gerçekten de keskin bir atıştı.” dedi Robin. “Düzeltemem ama belki bozabilirim.”
Sonra kendi sağlam yayını eline aldı, özenli bir şekilde bir ok yerleştirerek büyük bir ustalıkla fırlattı. Ok dümdüz fırladı ve o kadar iyi süzüldü ki yabancının okunun tam üzerine isabet etti ve onu paramparça yaptı. Bunun üzerine bütün adamlar