Bununla beraber Güncü, tabii vaziyete geçmekte gecikmedi ve Moğol diplomatlarını huzuruna getirterek ciddi bir çehre ile münakaşaya girişti. İlk sözler, Moğol ve Nayman orukları arasında yapılacak barışmanın Merkitlerle Oyratlara da teşmil edilmesi üzerinde idi. Elçiler dün olduğu gibi bugün de o cihete yanaşmıyorlardı.
Güncü Hatun ise kocasının dileğini yerine getirebilmek fikriyle bu noktada ısrar gösteriyordu. Elçilerin başı, nihayet son sözü söyledi:
“Beyimizin eşini kaçıran Merkitlerle barışmayı biz ağza bile alamayız. Siz isterseniz Temuçin’e adam gönderin. Bu teklifi yapın. Biz, ondan karşılık gelinceye kadar burada konuk kalalım.”
Güncü, bu mülahazayı kabul etti, kocasını kandıracağını kuvvetle umduğu için elçilere muvafakat cevabı vermekte de mahzur görmedi. Şu suretle siyasi müzakere tam müspet bir netice vermemiş olsa bile menfi neticeye de varmış olmuyordu. Henüz ip kopmamıştı. İleride gene anlaşılabilirdi. Bu sebeple kraliçe ve elçiler başka mevzular üzerinde dostça konuşabilirlerdi.
Güncü Hatun, işte bu imkândan istifade ederek sözü Temuçin’in üzerine getirdi:
“Dün…” dedi. “zevcimle konuşurken dikkat ettim, beyinizi çok yüksek gördüğünüzü sezdim. Anladım ki ona candan bağlısınız. Bunun için sizi alkışlarım. Fakat sevmek ve saymak, sevilen ve sayılan adamı herkesten üstün görmek demek değildir. Hâlbuki siz, Temuçin’i enikonu Tanrılaştırdınız. Bu, doğru bir iş mi?”
Başelçi cevap verdi:
“Temuçin, bizim anlayışımızdan da üstündür. Biz onun büyüklüğünü anlayamayız ve anlayamadık. Söyledikleriniz çok eksiktir. O, bir sudur ki, henüz taşmadı. Taştığı gün yeryüzünü kaplayacaktır. O, bir gündür ki, doğmadı. Doğduğu gün, bu kara toprağın her yanı ışık içinde kalacaktır. Biz yalnız bu kadar biliyoruz, bu kadar seziyoruz. Daha ilerisini kısa aklımızla anlayamayız.”
“Temuçin’i benim eşim ulu Köşlük, Altaysu kıyısında kıskıvrak yakalıyordu, nasılsa elden kaçırdı. Onun için kendisini göremedik. Boylu boslu bir adam mıdır?”
“Yıldızların ışığına bakılır, boyuna değil. Sularına akışına bakılır, enine değil. Fakat Temuçin, oğanlardan sağlamdır; su yerlerinden kuvvetlidir, Ülker’den güzeldir.”
“Kumral mı, kunur (esmer) mu?”
“Ne kumral ne kunur, sarı. Bu ton (renk), yer tanrısının tonudur.”
“Tonu sarı olunca gövdesi de beyaz olacak. Öyle değil mi?”
Güncü Hatun, Temuçin’den armağan olarak gelen kesik sarı bıyıklı at uşağını düşünerek bu sözü söylüyordu. Başelçi de Naymanlar yanında seyis rolü yapan kudretli Temuçin’i göz önüne getirerek cevap verdi:
“Evet, gövdesi sütten aktır, alnı ak olduğu gibi!”
“Beyinizi görmek isterdim. Fakat ürküyorum. Çünkü onun da kendisini, sizin gibi, yüksek gördüğünü sanıyorum.”
“O, yüksektir. Fakat bir Güncü Hatun önünde alçalmayı bilir.”
“Kaçırılan karısına da alçalır mıydı?”
“Onu sayardı, fakat bıyığının kıllarını saydırmazdı.”
“Demek ki Börta ulus işlerine karışmazdı.”
“Ev işinden başını kurtaramazdı ki karışsın!”
Güncü, iğrendiğini gösterir gibi bir işaret yaptı:
“Yüksek erkek, kadını yücelten erkektir. Sizin beyinizin bunu yapmadığı anlaşılıyor. Hâlbuki dün, Temuçin’in otağına düşecek kadınlara altın hakan sarayındaki hanımların saygı göstereceğini söylüyordunuz. O hanımlar, Temuçin’in aşevine (mutfak) gidip de mi bu saygıyı gösterecekler?..”
“Temuçin, eşini henüz bulmadı: Nasıl ki Türk eli de güneşini henüz bulmadı. O eş ve o güneş birlikte doğacak!”
“Güneş dediğiniz Temuçin Bey olmalı, onun eşi kim ola?”
“Türk elinin en güzel kadını.”
“Adını, yurdunu söyleyin de bilinmez hangi gün, Çin hakanının kızlarına ayak öptürecek olan bu kutlu kadını öğrenmiş olayım.”
“Onu, görüştüğünüz gün, Temuçin’e sorunuz!”
“Sizin beyinizle bizim görüşmemizin üç yolu var: Ya o bize gelir ya biz ona gideriz. Şimdilik bu iki yol kapalıdır. Üçüncü yol, savaş yolu Altaysu kıyısında olduğu gibi erimle gene karşılaşırsa ve erim bu sefer gevşeklik göstermezse belki beyinizi otağımızda konuk yaparız. Görüşmek için başka yol göremiyorum.”
Başelçi gülümsedi, manalı bir bakışla Güncü Hatun’u süzdü:
“Ulu kadın!” dedi. “Temuçin sizi görmek istemeye dursun. Rüzgâr olur otağınıza dolar. Ses olur kulağınıza akar. Gün ışığı olur, derinizi yakar. Temuçin için güçlük yoktur, engel yoktur. Her yeri aşar ve istediği yüreğe mutlaka girer.”
Güncü, sürekli bir kahkaha savurdu:
“Aman ağa, çok gülünç oluyorsun, şu Temuçin’in erkekleşmiş Ayzit olduğuna inanacağım geliyor. Her yerde var ve her yerde bulunur bir adam!.. Sizin gibi gülünç olmaktan çekinmesem ‘Gel, Temuçin, boyunu görelim!’ diye bağıracağım.”
“Aman ulu kadın, bağırmayın. Çünkü bizim bey, on yedinci kat gökte adı çağırılsa duyar ve bir yol bulup oraya da çıkar.”
“Belki oraya çıkar. Fakat buraya giremez. Çünkü burası Köşlük Han’ın yurdudur. Böyle de olmasa biz her gün ardıç ağacıyla yuvamızı tütsüleriz. Temuçin değil, öz cin de olsa aramıza sokulamaz.”
Güncü, bu bahis üzerinde biraz daha durduğu takdirde haysiyetinden bir şeyler kaybedeceğini sezerek başelçiye ağız açmak için zaman bırakmadı ve sözü değiştirdi:
“Hayli çene çaldık, hayli de güldük. Beyinizi candan sevdiğiniz için sizi çok beğendim. Barış işini ben omzuma aldım, hanla görüşürüm. Şimdi siz yerinize gidin, dinlenin, eğlenin.”
Bu emir üzerine elçiler, reverans yapıp çıktılar, Güncü Hatun’u otağında yalnız bıraktılar. O, enikonu dalgındı. Açık gözle karışık bir rüya görüyor gibi idi. Yarı çıplak seyisler, demir yapılı, beyaz benlerle dolu, kirli tenli bir genç ve sonra aylara sesini duyuran, rüzgârlara salık koyup uzak yerlere uçuran Temuçin bazen silik, bazen müşahhas şekillerle göz bebeklerinde geçit resmi yapıyorlardı.
Bunlar, bu şekiller niçin kendisini sarıyorlardı?.. Güncü, bu noktayı düşünmüyordu, fakat o şekilleri de bir türlü kovamıyordu. Kesik sarı bıyıklı Sardoğan nesine lazımdı? Temuçin’le ne alakası vardı?.. İçinden kopup gelen sorgulara cevap bulamıyordu, o yabancıları da bir sert hamle ile kafasından atamıyordu.
İşte bu vaziyette bocalayıp dururken Temuçin’den gelme at uşaklarına kendi namına aş ve kımız götüren kadın içeri girdi.
“Aman